Bu, benim eski yıllarda tıp fakültesi 1. sınıf öğrencilerine Tıp Tarihi dersinde okuttuğum bir ders başlığıydı. Bazı hassasiyeti olanlar için hemen belirteyim, işin teolojik boyutundan ziyade tarihsel boyutu üzerinde duruyordum. Daha sonra, bu konudan 1. sınıfta değil "Üroloji’de Etik" konuları arasında 3. sınıfta bahsetmeye başladım, daha çok etik boyutunu ön plana çıkartarak. Bugün de sizlerle bu konudaki düşüncelerimi paylaşmak isterim.
Malum, ülkemizde erkek çocuğun görülmesi gereken ilk "mürüvveti" sünnetidir. Sonra evlilik, çocuklar vs. gelir. Herkes bilir, erkekte sünnet denilen şey, cinsel organın ucunda doğuştan bulunan bir parça derinin (prepisyum) kesilmesi işlemidir. Daha çok Müslümanların sünnet olduğu bilinir, ama bu işin daha sıkı takipçileri Musevilerdir. Onların inancına göre Tanrı Hz. İbrahim’e "Sen ve çocukların sünnet olsun. Senden sonrakilere de bunu emret." mealinde bir emir verdiği için, çok sıkı takip edilen bir dini ritüel olarak bebekler doğduktan sonra 7-8 günlükken sünnet yapılmaktadır. Yani Musevilerde sünnet, "sünnet"tir. (Sünnet: Peygamberin tavsiye ettiği ve bizzat yaptığı uygulamalar.) Oysa İslamiyette sünnet Hz. Muhammed’in erkek çocuklarına ve torunlarına uyguladığı, çevresinde uygulayanları da tasvip ettiği bir eylemdir. Kendilerinin sünnetli doğduğu söylenir, ki bunun tıbben mümkün olduğunu biliyoruz, hatta İngiliz Kraliyet ailesinin erkeklerinin sünnetli doğduğunu bir yerlerde okumuştum.
İşin tarihel yönüne bakmak gerekirse, MS 3000 yıllarına ait Eski Mısır tabletlerinde sünnet olan erkek çocuk resimleri ve sünnet uygulamasına ilişkin bilgiler görüyoruz. Yine dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı inançların hakim olduğu yerlerde ve farklı yüzyıllarda sünnet uygulaması ile karşılaşıyoruz. Bundan farklı sonuçlar çıkartmak mümkün. Acaba Tek Tanrı inancı her çağda bir şekilde varlığını sürdürdü de gelenek mi, dini ritüel mi olduğu tam belli olmadan bu uygulama sürüp gitti mi? Yoksa kimin aklına gelir "kritik" bir bölgedeki deri parçasını kesip atmak. Tanrının veya -Tanrıya inanmıyorsanız- doğanın doğduktan sonra kesilip atılacak deri parçasını neden yarattığı (veya var ettiği) üzerinde durulması gereken ayrı bir konu olduğundan burada üzerinde durmayacağım. Tek Tanrı savına Hıristiyanları gerekçe göstererek itiraz edeceklere söyleyeyim, 17-18. yüzyıla kadar Hıristiyanlarda da sünnet zorunluymuş. Pek çok konuda olduğu gibi görüşlerini değiştirebilen Kilise bunu da "zorunluluk" olmaktan çıkartmış, ama hâlâ dindar Hıristiyanlar arasında sünnetin yaygın olduğu bilinmekte.
Günümüzde çok ciddi bir sünnet-karşıtı-hareket (SKH) olduğu bilinmekte. Şükür bu akım henüz ülkemize gelmedi, ama önce ateistler tarafından başlatılan, sonra Hıristiyanlar tarafından desteklenen, son zamanlarda da bir grup Yahudiyi arkalarına almış olan SKH, başlangıçta itirazlarını bilimsel gerekçelere oturttular. Bunlar çürütülünce etik gerekçeler ileri sürdüler. Şimdi de dini gerekçelerle, daha doğrusu sünnetin dayandığı dini gerekçeleri çürütmeye çalışarak sünnete itiraz ediyorlar.
Benim yazacaklarım SKH’ye destek veriyor gibi anlaşılmasın, ancak şu tespiti yapmak isterim ki ülkemizde sünnet dini gerekçelerle değil, sosyal sebeplerle yapılmakta. Bu bağlamda bir araştırma yapmıştım, pek çok ateist, çocuğunu sünnet ettirmemek gibi bir alternatifi düşünemiyordu. Yine pek çok ailenin oğlunu sünnet ettirmesinin birincil nedeni olarak saydığı şey "mürüvvet görme", "erkekliğe adım atma", "yapılması gereken bir şey olduğu" idi.
İngiltere’de doktorasını yapmış, doktora dersinde bu konu tartışılırken sünnetli olan tek kişinin kendisi olduğu gerçeği ile yüzleşmiş, "sünnet"in tıp etiğinin "genital mutilation" (cinsel organa yapılan kötü muameleler) konusu altında okutulduğuna şahit olmuş, dolayısıyla kafası bir dönem karışmış birisi olarak ben de bir insanın (özellikle de çocuğun) bedeninde, ebeveynlerinin bağlı olduğu dinin gereği olarak, kalıcı bir iz (sekel/noksanlık) bırakılamayacağını düşünmüştüm. Ya o çocuk daha sonra söz konusu dine (Musevilik veya Müslümanlık) inanmaz ve "Neden benim vücuduma o dinin işaretini’ koydunuz?" derse o çocuğa ne cevap vermeli? diye kendime de öğrencilerime de sormuştum. Kendimce bu sorulara cevaplar buldum. Öğrencilerle de tartışıp alternatif cevaplar sunarak kararı kendilerine bıraktım. Bu sorulara cevaplarımı buraya da yazmayacağım. Zira biz etikçilerin asli görevi cevap vermek değil, düşündürmektir. Kendi cevaplarımızı empoze etmek değil, herkesi öz-tutarlılığı içinde kendi cevaplarını bulmaya davet etmektir.