Birleşmiş Milletler (BM)’in son iklim zirvesi “20. Taraflar Konferansı (COP 20)”, 195 ülke ve 10 binden fazla katılımcı ile Lima’da yapıldı.
Aralık 2015 tarihinde yapılacak COP 21 toplantısı Kyoto Sözleşmesi’nin yerini alacak ve 2020 yılında yürürlüğe girecek; daha bağlayıcı ve etkili yeni bir iklim sözleşmesi açısından çok önemli ve bununla ilgili dünyada çok sayıda görüşmeler yapılıyor.
Bu toplantıya kadar ülkeler iklim değişikliği konusunda duruşlarını belirlemek zorundalar. Ne yazık ki ülkemizde BM iklim toplantıları ve raporlarla ilgili yeterince tartışma yapılmıyor, birkaç kişi ve kurum dışında konunun ciddiyetinin farkına varılmamış gibi gözüküyor. Kyoto Sözleşmesi’nde emisyonları sabit tutma ya da azaltma hedefi ve yükümlülüğünden kaçınmayı başarabilen Türkiye’nin dünyada karbon emisyonu 1990 seviyesine göre en yüksek artış gösteren bir ülke olarak, tüketim düzeyi, ülkenin sürdürülebilir olarak ürettiği doğal kaynak miktarının (ulusal biyolojik kapasite) yüzde 100 üzerinde ve tüketimin Ekolojik Ayak İzi dünya genelinde kişi başına düşen biyolojik kapasitenin yüzde 50 üzerinde olan bir ülke (1) olarak daha uzun süre yükümlülüklerden ve yaptırımlardan kurtulabilmesi olası gözükmüyor. Ayrıca, iklim felaketlerine uyum ve yeşil ekonomiye geçiş iklim fonlarından ve karbon ticaretinden yararlanamayacak(!).
Yani Türkiye doğal kaynaklarının üretiminden daha hızlı tüketiyor ve çağımızın en önemli sorunu olan ve ekosistemin dengesini bozan iklim değişikliğinin en önemli nedeni insan kaynaklı atmosfere salınan sera gazı miktarı en çok artış gösteren ülke. Salınan emisyon miktarının GSYH’ye oranı yönünden OECD ortalamasının üstünde yer almakta. 2012 yılında Türkiye’ de toplam sera gazı emisyonu arazi kullanım, arazi kullanımı değişikliği ve ormancılık hariç olmak üzere 439,9 milyon ton CO2 eşdeğeri.1990 yılında bu veriler 188,5 milyon ton idi (2). Nisan 2014 tarihinde BMİDÇS yükümlülükleri kapsamında açıklanan envanter sonuçlarına göre, 1990-2012 yılları arasında Türkiye’nin sera gazı emisyonu yüzde 133 oranında arttı ve bu artış hızıyla Türkiye dünyada birinci sırada yer alıyor.
Günümüze kadar gerçekleştirilmiş en kapsamlı iklim değişikliği değerlendirmesi olarak kabul edilen ve 80 ülkeden 800’ün üzerinde bilim insanının katkısıyla hazırlanan IPCC Beşinci Değerlendirme Sentez Raporu 2 Kasım 2014 tarihinde yayımlandı. Rapora göre, sera gazı salınımları acilen düşürülmezse, 20C’den fazla ölümcül ısı artışı, denizlerin yükselmesi, okyanusların asitlenmesi, ülkelerin ve verimli toprakların zarar görmesi, kuraklık, seller gibi çevre felaketleri, kaynakların azalması, yoksulluk, çevre nedenli göçler meydana gelecek ve ekonomik krizler ve savaşlar ardı ardına patlayacak. Ayrıca, raporda küresel ısınma eğiliminin çok açık olduğu ve bazı sonuçlarının birden fazla nesli etkileyeceği belirtildi.Küresel ısınma sadece doğayı değil, gelecekte insanların yeterli su ve gıdaya erişimini ve sağlığını da tehdit ediyor. Rapor ayrıca, iklim sisteminde yaşanan değişikliklerin yüzde 95 oranında insan kaynaklı olduğunu kanıtladı. Türkiye’nin içinde bulunduğu Akdeniz Bölgesi bütün bilimsel raporlarda iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgeler arasında sayılmakta (3). Türkiye’nin çoğu bölgesinde kuraklık 10 kattan fazla artacak. Ekosistem, biyoçeşitlilik ve doğal kaynaklar zarar görecek.
Kaynak kıtlıklarından çevre felaketlerine kadar yaşanacak çevresel sorunlarının, kaynakların ve yaşanılabilir alanların egemenliğinin ve enerji konularının güvenlik bağlamında tartışılması özellikle son yıllarda yoğunlaşmış, çevresel güvenlik kavramı gündeme gelmiştir. Bu kavram; çevresel bozulma ve yıkım, kirlilik ve atık sorunu, iklim değişikliği, biyo-güvenlik, kaynak kıtlığı veya kötü yönetilmesi, aşırı nüfus artışı, yoksulluk, çevre nedenli çatışma, şiddet, istikrarsızlık, göçler ve askeri güvenlik gibi konuları içinde barındırır. Güvenlikli bir yaşam alanının oluşturulmasının yanı sıra, güvenli ve temiz enerji kaynaklarına, su ve gıdaya erişimin sağlanmasını, sağlıklı olma ve sağlığa ulaşmanın teminini, tarım alanlarının, ormanların, su kaynaklarının ve temiz havanın korunmasını ve tüm bu sorunların eşitlikçi, barışçı, etkin bir şekilde ve ulusal ve uluslararası işbirliği içinde gerçekleştirilmesini hedefler. Son yıllarda güvenlik stratejilerinde çevre, enerji ve kaynaklar bir risk alanı ve tehdit olarak yer almaktadır ve çevresel bozulma ve iklim değişikliklerinin kıtlıklara neden olabileceği ve kaynakların ele geçirilmesi için çatışmaların ve göç hareketlerinin oluşabileceği vurgulanmıştır (4). Dünya nüfusu 7 milyar civarındadır ve iyimser bir tahminle 2050 yılında 9 milyar olacağı değerlendirilmektedir. Bu nüfus artışının, toprakların aşırı ve verimsiz kullanımı, toprak erozyonu ve iklim değişikliğiyle birlikte doğal kaynak kıtlığını daha da artıracağı açıktır.
Olumsuz iklim değişiklikleri, giderek artan çevre sorunları, kaynak ve enerji yetersizlikleri ve çevre güvenliği birlikte değerlendirildiğinde “sürdürülebilirlik” kavramı gündeme gelmektedir. Bu kavram ve içerikleri bilimsel yöntemlerle, objektif, bağımsız, bilgiye ve bilime dayan bir şekilde tartışılmalı, kararlar alınmalı ve alınan kararlar doğru bir şekilde uygulanmalıdır. Bu sorunun bir ülkenin ve o ülkede yaşayanların varlık sorunu olduğu ve aynı zamanda dünyanın geleceği sorunu olduğu çok geç kalmadan görülmeli ve harekete geçilmelidir.
Kaynaklar
1. Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi Raporu,2012, wwf, GFN, http://www.footprintnetwork.org/images/article_uploads/Turkey_Ecological_Footprint_Report_Turkish.pdf
2. http://www.tuik.gov.tr/basinOdasi/haberler/2014_22_20140408d.pdf
3. http://www.ipcc.ch/pdf/assessment-report/ar5/wg3/ipcc_wg3_ar5_full.pdf
4. Parsons, Rymn J. 2009. Taking up the security challenge of climate change. Charlisle: Strategic Studies Institute, http://www.StrategicStudiesInstitute.army.mil
*Sürdürülebilirlik ve sağlık konusundaki değerlendirmelere gelecek yazıda devam edilecektir.