Birey ve toplumların, tabî ve sosyal nitelikli tehlikelere karşı emniyet ve güven araması fıtri bir ihtiyaçtır. İlk insandan günümüze kadar her insan bu ihtiyacı hissetmiştir. İlk dönemlerden günümüze kadar toplum halinde yaşayan insanlar, sosyal güvenlik alanında birtakım araçlar geliştirmişlerdir.
Bu sosyal güvenlik araçları, toplumların kültür ve inanç yapılarına göre, nitelik veya nicelik değişse de aynı gayenin tahakkuku için farklı disiplinlerde organize edilmişlerdir. Tüm bu organizasyonların gayesi, sosyal adalet ilkesi gereği, birey ve toplumların sosyal güvenliklerinin sağlanmasıdır.
Sosyal güvenlik müesseseleri, tarihin her döneminde, birey ve toplumlar için zarûret ve ihtiyaç olmuştur. Bu zarûret ve ihtiyaç, her ülkenin kendi sosyo-ekonomik, sosyokültürel, sosyo-politik ve demografik yapısına göre denge sağlamak amacıyla farklılık arz etmiştir. Ancak toplumsal dönüşüm ve değişimlerin paralelinde bu denge noktası da zaman içerisinde doğal bir değişim göstermiştir.
Öte yandan gelişen toplum yapısının ortaya çıkarttığı yeni tehlikeler, yeni tedbirleri de beraberinde getirmiştir. Keza bu yeni tedbir yöntemleri de sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapılara göre değişiklik göstermiştir. İlk insandan günümüze kadar fiziki ve iktisadi tehlikeler, daima vâkî olmuştur. Bu tehlikelerin kaynağını ise, ya insanın kendisi ya da kendi dışındaki olaylar oluşturmuştur. Hangi tür (kusurlu veya kusursuz) tabî ve sosyal nitelikli tehlike olursa olsun, sonuçta insanoğlu için bu tehlikeler, geçici veya sürekli gelir kaybı anlamına gelmiştir.
Birey ve toplumlar, bu tehlikelerin çeşidine göre farklı araçlar kullanmışlardır. Bu sosyal güvenlik hizmetleri, ilk dönemlerden günümüze kadar zarûrî veya ihtiyârî çeşitli araçlarla giderilmeye çalışılmış olsa da, bu tehlikelere karşı tam bir güvence de sağlanamamıştır. Ancak, tecrübeler ortaya koymuştur ki, İnsanı insana mahkûm etmek yerine, insan onurunu koruyan, kişiliğini rencide etmeyen, “hakkaniyet ve kardeşlik ilkesi üzerine oturan” kurumsal yapılanmalara gidilmesi kaçınılmaz bir gerçektir.
İslâm hukuk tarihinde, tabî ve sosyal nitelikli tehlikelere karşı âkile, zekât, kasâme, vakıflar ve sandıklar gibi sosyal güvenlik araçları kurumsal bir müessese haline gelmişlerdir. Ancak bu kurumsal müesseselerin yapısal olarak; sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyal siyaset gibi disiplinlerle ilişkisi bulunduğundan; sosyal olgular, bilimsel gelişmeler, iktisâdî koşullar ve ticârî teâmüller bu organizasyonların yapısında önemli değişiklikler yapmıştır. Diğer bir ifade ile sosyal değişme ve gelişmeler, yeni risk branşlarını ortaya çıkardığı gibi, yeni yapısal organizasyonlara gidilmesini de zorunlu kılmıştır.
Klasik ve çağdaş sosyal güvenlik kurumlarını yakından izleyenler, her iki müessesenin de sosyal hukuk alanında geliştirilen bir sosyal politika olduğunu, bu sosyal politika ile bireysel ve sosyal sorumluluk ilkelerinin yan yana getirilerek aynı tür rizikolara karşı müteselsilen kefâletle, riski müştereken üstlenme fikrinin organize edildiğini görürler. Sonuçta “kusursuz sorumluluk ilkesi” başlangıçta âkile ve zekâtın günümüzde sosyal sigorta ve sosyal yardım organizasyonları şeklinde disipline edilmiş olduğu anlaşılır.
İlk dönem toplumlarında tehlikeler daha basitti. Ortaya çıkan tehlikeler, önce geniş aile bireylerinin desteği ile paylaşılır, sonra da akraba veya komşuluk ilişkileriyle ihtiyaç topluca giderilirdi. İslâm’ın yardımlaşma ve dayanışma ile ilgili emir ve tavsiyelerinden doğan (kardeşlik ilkesi, âile müessesesi, devlet (beytü’l-mâl) âkile ve kasâme, zekât ve fitre, vakıflar ve sandıklar, ahilik gibi),daha çok tarım toplumu şartlarında asırlarca insanlığa hizmet eden bu müessesler, çağının sosyal güvenlik araçlarındandır.
Çağdaş sosyal güvenliğin temelini de oluşturan bu klasik müesseselerin bazıları, bugün de yürürlüğünü koruyabilmiştir. Dînî emir ve tavsiyeler doğrultusunda oluşan bu sosyal güvenlik tedbirlerinin bazıları toplumsal ihtiyaca göre kurumsallaşabilmişken bazıları kurumsallaşamamıştır. İslâm hukuk tarihinde, dînî sosyal güvenlik kurumlarının organizeli ve hak doğurucu niteliği, insan onuruna yakışır bu kurumsal, zorunlu teşekküllerin varlığı, dînî sosyal güvenlik sistemine ilgiyi artırmıştır.
Hele ki malın dışındaki sebeplerden dolayı da sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın farz-ı kifâye kabilinden zorunlu olması fikri, buna yönelik ilgiyi daha da artırmaktadır.
Öte yandan, dînî sosyal güvenliğin diğer ayağını oluşturan gönüllü sosyal yardımlar ise, sosyal güvenliğin gerçekleştirilmesinde uygulanan en eski bir yöntem olup zorunlu olmayan, primsiz sosyal güvenlik araçlarından biridir. Bu isteğe bağlı, sosyal yardım ve sosyal hizmet araçlarının kurumsallaştırılmasının önünde herhangi bir engel de bulunmamaktadır.
Ekonomik veya başka sebeplerle muhtaç duruma düşenlere karşı doğrudan bireysel yardım yapmak yerine bu yardımların kurumsal bazda yapılması hem sosyo-psikolojik açıdan hem de maksada hizmeti bakımından daha isabetli gözükmektedir. Zira insan her zaman muhtaç olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu manada sosyal güvenlik tedbirlerinden her biri, Kur’ân ve sünnete dayandırılabilir. Sonuç olarak, İslâmî kültür ve inanç temeline dayalı sosyal kurumları geliştirmenin hem daha sağlam hem de daha kalıcı olacağı söylenebilir. Saygılarımla.