Kerküklü Ahmeddin Carlak 1899 yılında Kuzey Irak’ta Samarra kentinde dünyaya gelir. Annesinin ismi Mahiye ve babasının adı Mehmet Ali’dir. Ahmeddin’nin doğduğu Samarra’yı terk etmesi hakkında çeşitli nedenler söylene gelmiştir. Ancak içlerinden bir tanesi yaygın olarak dile getirilir. Bu söylentiye göre, ismi bir İngiliz generalinin ölümüne karışmıştır. Ve bunun üzerine kardeşi ile birlikte İran’a kaçarak, bir Türkmen köyüne sığınırlar.
Yeni geldiği köye alışmaya çalışırken bir çift göz değer gözlerine. Öylesi etkilenir ki Ahmeddin, önce düşlerine demir atar bu derin gözler, sonra yüreğine dokunur. Böylesi güzel gözlerle dünyaya bakan kızın hemen adını öğrenir; Meral’dir ismi. Gündüzünde, gecesinde artık sadece esmer güzeli Meral vardır. Ahmeddin aşık olmuştur.
Türkmen köyündeki aşiret reisi şeyh Tahir’in kızıdır Meral. Bu esmer kızın yüreği de ısınır Ahmeddin’e. Meral de sevdalanır. Birlikte vakit geçirdikçe daha da çok severler birbirlerini. Sevginin sıcak ateşi sarar gencecik yürekleri. Göz göze geldiklerinde dünya durur, zaman sadece onlar için var olur. Birbirlerine duydukları bu saf sevgi heyecan kıvılcımları saçarak parıldar gözlerinde.
Ayrılıklar sevdaları daha bir güçlü kılar, ateşini daha bir harlar derler. Sevgi dolu bu genç yüreklerin arasına da girer ayrılığın soğuk yakıcılığı. Ülkenin o zamanlarda içinde bulunduğu durumlardan ötürü talihsiz bir ayrılık olur, Meral ailesi ile birlikte köyden taşınmak zorunda kalır. Aşık olduğu gözleri karşısında göremese de, gözlerini her kapattığında Meral vardır Ahmeddin’nin yanı başında. Her yerde sevdiği kadını aramaya devam eder, sevdasının peşini hiç bırakmaz. Ahmeddin ne yapıp eder ve en sonunda çok sevdiği esmer güzelini İran’ın Gver Yaylası’nda tekrar bulur.
Adeta birbirleri için yaratılmış olan aşk dolu, tertemiz yürekler kavuşmuştur. Ne Ahmeddin ne de Meral için hayatlarında artık başka biri olmayacaktır. Sevdalı yürekler nişanlanır. Birbirine çok yakışan bu iki genci evlendirmek için derhal düğün hazırlıkları başlatılır. Herkes tatlı bir heyecan içerisindedir. Özellikle sevgi taşan gönülleri gözlerinde parıldayan gençlerin mutluluğu ışık saçmaktadır.
Düğün hazırlıkları keyifli bir heyecan içerisinde sürmektedir. Tam bu sırada İran gazetelerinde, Anadolu’da Mustafa Kemal isimli bir komutanın Milli Mücadele’yi başlattığı haberleri yer alır. Haberleri dikkatle okuyan genç çift bu onurlu mücadeleye katılma kararı alırlar. Gönüllerinde, birbirlerine duydukları derin aşk kadar, vatanlarına duydukları emsalsiz sevgiyi de taşımaktadırlar. Düğün hazırlıklarını bırakarak Anadolu’ya yola çıkmak üzere hemen hazırlıklara başlarlar. Düğün ertelenir ve nişanlılar Milli Mücadele’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçerler.
Anadolu düşman işgali altındadır. Bir yanda tarihin derin kültürle verdiği gurur, bir yanda bu zenginliği çiğnemek isteyen düşmana karşı verilen savaşın kurşuni yorgunluğu hissedilmektedir. Yokluk, çaresizlik, ihanet, çıkarcılık ama temiz yüreklerde Allah ve vatan sevgisi, adalet isteği ve Mustafa Kemal’in yaktığı umut ışığı. Anadolu insanı sarsılmaz karakterli duruşuyla direnmektedir tüm hainliklere, düşmanlıklara ve yokluklara. Ahmeddin Carlak ve nişanlısı Meral de sırt vermeye gelmişlerdir bu onurlu mücadeleye.
Anadolu’nun köylerinden birindeyken bu sevdalı yürekler, Yunan baskını olur. Yunan askerleri girdikleri köylere zulüm etmekte, yakıp yıkmakta, onursuzca davranışlarla Anadolu insanının direnişini kırmaya çalışmaktadır. Acılar ve kurşunlar göğüsleri delse bile, vatan evlatlarının inanmışlığı kurşungeçirmezdir. Düşman askerleri köyü tarumar etmekte ve acımasızca can almaktadır. Köyden kaçmaktan başka çare kalmayınca, Ahmeddin ve Meral dağlara doğru koşmaya başlar, peşlerinde de Yunan askerleri.
Yağmur yağmaktadır. Damlaların kesilmeyen sesi arasında, gürleyen şimşeklerin ve patlayan silahların sesleri kısık kısık duyulmaktadır. Bebek ağlamalarının sesi ise kurşundan daha beter parçalamaktadır yürekleri. Yağmurun servis ettiği mis gibi toprak kokusuna, barut, duman ve kan kokusu karışmaktadır. İki nişanlı duydukları derin üzüntüyle ve yakalanma tehlikesinin heyecanıyla yürekleri ağızlarında el ele koşmaktadırlar. Yağmurla ıslanan elbiseleri daha da ağır gelmektedir yorgun bacaklarına. Dağa tırmandıkça yağmurun sesi daha da artmış ama bağrışmalar, çocuk ağlamaları, patlayan tüfek gürültüleri duyulmaz olmuştur. Peşlerindeki Yunan askerlerinin anlayamadıkları kelimeleri halen duyulmakta, amansız takibin sürdüğünü hatırlatmaktadır.
Çıktıkları yükseklikte dağ yamaçları derin uçurumlar halini almıştır artık. Siyah bulutların kararttığı havada yağmur durmadan yağmakta ve gök gürültüleri yamaçlarda kayalara çarparak adeta kükremektedir. Aşıklar arada biraz soluklanmak için durmakta, sonra var güçleriyle çamurlu patikalarda ilerlemeye devam etmektedirler. Her durduklarında kısa bir anlığına da olsa sevecen bir bakışla gözleri buluşmakta, yüzleri bu güven veren sıcaklıkta gülümsemeyle dolmaktadır. Sevgilerinden aldıkları güçle, derman kalmamış ayaklarıyla çamurları ezerek koşmaya devam etmektedirler.
Büyükçe bir kayanın yolu kapatmasıyla incelen bir yerden geçmek için ellerini bırakırlar. Meral önüne dikkatlice bakarak adımlarını atmaya başlar. Bedeni saatlerdir büyük bir korku ve heyecanla koşmaktan yorulmuş kadıncağızın ayağı bir anda kayar ve uçuruma doğru yuvarlanır. Bunu gören Ahmeddin tüm gücüyle atılır ve sevdiğinin elinden tutmayı son anda başarır. Tam bir film sahnesini andıran bu karede, iki hayat arkadaşı kirpiklerinden süzülen yağmur damlaları arasından birbirlerine bakmaktadırlar şimdi.
Sevgi dolu yüreğe sahip iki beden de öylesi yorgundur ki. Endişe sızısı kalplerinden acıtarak geçse bile, bakışları aşk doludur, minnet doludur. Birbirlerine güven veren gülüşleri dudaklarında belirmiştir yine. Zar zor tuttuğu Meral o kadar ağırlaşmıştır ki, Ahmeddin kollarını hissetmez olmuştur. Tüm gücünü toplayarak esmer güzelini çekip kollarına alacak, göğsüne bastıracaktır yine. Aşık olduğu o güzel gözlere bir daha bakar ve kaslarının her bir hücresindeki kalan tüm gücüyle çekmeye çalışır Meral’i. Ne yazık ki çok sevdiği nişanlısı son bir bakışın ardından ellerinden kayıp amansız uçurumda kaybolur…
Bundan sonraki yaşamında Ahmeddin başka bir aşk ilişkisi yaşamaz, hiç evlenmez ve çocuğu olmaz. Meral’in güzel gözleri hep onunladır.
Gönlünde iki büyük aşkı taşıyan Ahmeddin fiziksel olarak birinden yoksun kalmıştır. Ama diğer aşkı vatanı kaybetmemek için elinden geleni yapmaya kararlıdır. Önce Kazım Karabekir’in ordusunda, Kafkas Cephesi’nde er olarak görev alır. Sonra Kurtuluş Savaşı sürecinde Gaziantep ve Kilis cephelerinde savaşır. Cephede ön saflarda gösterdiği üstün yararlılıklardan ötürü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kırmızı şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir. Bu madalya günümüzde kaybolmuştur ancak beratı şu an Milli Savunma Bakanlığı arşivindedir.
İzmir’in kurtuluşunda, bu güzelim şehri kurtarmaya gelen Türk askerlerinin arasında da yine en önlerde Ahmeddin Carlak yer almaktadır. Yunan askerleri adeta denize dökülerek İzmir kurtarıldıktan sonra 1922 sonbaharında memleketine dönmek üzere yola çıkar. Yolu Manisa’dan geçer. 3 yıl Yunan işgalinde kalan Manisa tamamen yakılıp yıkılmıştır. Ahmeddin bu hali görünce içi sızlar. Her yer harabeye dönmüş ve ayakta duran tek bir ağaç kalmamıştır. Yeşiller siyah, binalar gri olmuştur. Zaten doğayı ve insanı çok seven Ahmeddin, ağaçların ve çiçeklerin kül olduğu, yeşilin tamamen solduğu bu hazin çıplaklığı görünce, yeşilin, doğanın güzelliğinin ve gerekliliğinin daha da farkına varır. Gördüğü manzara karşısında derinden yaralanır ve işte o an Manisa’ya yerleşmeye ve kenti tekrar eski yeşil haline getirmeye karar verir.
Vatan toprağı sevdasından başka derdi olmayan Ahmeddin’in neredeyse hiç parası yoktur. İlk günlerde parklarda ve bahçelerde yatar. Sonra Manisa Dağı (Spil) eteklerinde, Topkale mevkiinde şehir manzaralı bir yamaçta 5 metre karelik taş bir kulübe yaparak orada yaşamaya başlar. Manisa Belediyesi bu garibanın ağaç sevgisini fark eder ve onu 1 Haziran 1933’te 30 lira aylıkla bahçıvan yardımcısı olarak işe alır.
Ahmeddin Carlak adını Ahmet Bedevi olarak değiştirmiştir. Çocukların, gençlerin Ahmet amcası, abisidir. Daha büyükler ise İstiklal Madalyası nedeniyle Gazi diye de seslenirler kendisine. Ahmet Bedevi, daima kendini yenileyen ve geliştiren bir insandır. Hemen Halk Eğitim Merkezi’ne kaydolur ve Latin harfleriyle de okuma yazmayı öğrenir. Doğa sevgisi kadar okuma sevgisi de yüreğinde çağlamaktadır. Tabiat, bitkiler, hayvanlar üzerine okuyarak kendini hep geliştirmeye devam eder. Okudukça yeşili, doğayı daha da iyi anlar, daha da çok sever.
Önce belediye binasının bahçesini yeşillendirmeye başlar. Tüm ağaçlarla, çiçeklerle tek tek ilgilenir. Binanın içindeki saksılara da özenle bakar. Kısa sürede belediye binası adeta canlanır yeşilin güzelliğinde. Ardından parklarla, bahçelerle ilgilenmeye başlar. Manisa gitgide güzelleşmekte, yeşilin canlılığında yaşamla dolmaktadır. Devamlı fidanlar diker ve fidanlara ‘evlatlarım’ diye hitap eder. Hiç çocuğu olmamıştır belki ama tüm fidanlara yavrusu gibi bakar, şefkat gösterir. Tüm çocukların, yani insanlığın geleceğinin ağaçlar olduğunun bilincindedir.
Çocukları insanlığın çiçekleri olarak görür. Gönlünde büyük bir çocuk sevgisi taşır. Çocuklarla ilgilenir, çiçeklere su verdiği gibi çocuklara sevgi verir. Çocukların başını okşar, şeker verir, gazoz ısmarlar, dertleriyle ilgilenir. Hasta olanlara yardımcı olmaya çalışır. Onlarla kitaplar okur, masallar anlatır. Böylece doğa hakkında çocuklarda farkındalık yaratır, tabiatın önemini öğretir. Okuldaki öğretmenlerle konuşur devamlı. Okulun bahçesini de hem öğretmenlerin yardımı, hem de çocukların sevgi dolu avuçlarındaki fidanlarla yeşillendirirler. Fidanlar ektikçe evlatları çoğalır, tüm çocukların yaşama sevinci artar. Sadece okul bahçesini mi? Daha sonra, Manisa’nın uygun tüm diğer alanlarında da çocuklarla, gençlerle, öğretmenlerle beraber ağaçlar, çiçekler dikerler. Çocuklara oyunlar oynatarak su taşıtır, ağaç diktirir ve en önemlisi yaşamın, doğanın kıymetini, emsalsiz yaşam güzelliğini öğretir.
Aynı zamanda bir dağcı olan Ahmet Bedevi, Eski Muharipler Cemiyeti, Manisa Dağcılık Kulübü ve Yeşil Türkiye Ormancılar Cemiyeti olmak üzere üç derneğin aktif üyesidir. Derneklere devamlı aktif katılımlarda bulunmuştur. Her vakit bulduğunda kitap okuyan, ulaşabildiği tüm gazete ve dergileri takip eden bilge bir kişidir. Beş farklı dili konuşabilmektedir. Hareketli ve verimli yaşamı ile edindiği tecrübeler ve okuduklarıyla sahip olduğu birikim sonucu yapıcı ve felsefi görüşleri vardır. Manisa’daki konserleri ve sinema filmlerini hiç kaçırmaz. Ayırım yapmaksızın, her mevkiden, renkten ve yaştan insanla sohbet etmeye bayılır. Özellikle gençlerle çeşitli etkinliklerde ya da fırsat olan her anda sohbet etmekten büyük keyif alır. Onlara ağacın önemini, çevrenin, yeşilin değerini anlatmaktan ve o taze zihinlerde bu farkındalığı yaratmaktan büyük mutluluk duyar.
Kendi elleriyle tabiatın içinde yaptığı beş metre karelik kulübesinin içinde yaşar. Kulübede tahta bir sandık vardır ve onun üzerinde uyur. Yastık, yorgan kullanmaz. Nadiren çok soğuk havalarda üzerine sadece gazete örter. Çok ender sobasını yaktığı görülür. Mum ışığını belki yılda üç beş kez kullanır. Spil Dağı’nın yükseklerindeki, 40 yıl yaşadığı bu küçücük kulübesinin muhteşem bir Manisa manzarası vardır. Buradan diktiği, dikmediği tüm ağaçları gözler, yeşilin güzelliğine hayran hayran bakar, doğaya zarar verecek en ufak şey sezerse koşarak dağdan iner. Spora çok önem veren Ahmet Bedevi normal bir gencin bile yarım saatte inebileceği mesafeyi 4-5 dakikada kat ederek şehre inebilmektedir. Elbette sporcu kimliğinin bunda etkisi vardır ama evlatları söz konusu olduğunda zaten adeta uçarak yol alır. Ağaç kesmeye niyetlenenler zabıtlardan değil de bir tek Ahmet Bedevi’den korkarlar. Çünkü o evlatlarına zarar verilmesine asla izin vermez.
Manisa halkı ondaki insanlığı, doğa sevgisini ve iyi karakteri keşfeder. Onu çok severler. Manisa halkıyla kaynaşır ve zamanla Manisa’nın markası olur. Ahmet Bedevi sayesinde Manisa adeta çiçek açar. Havanın kokusu güzelleşir, insanların yaşam sevinci artar.
Ahmet Bedevi kitap, müzik ve özellikle sinema tutkunudur. En büyük zevklerinden biri de açık havada film izlemektir. O yıllarda tüm dünyada kasırga gibi esen 1934 yapımı ünlü Tarzan sinema filmi gösterimdedir. Amerikalı ünlü sporcu Johnny Weissmuller’in başrolünü oynadığı bu çevreci film 1948 yılında Manisa’ya da gelir. Ahmet Bedevi filmi izlemek için bir yaz akşamı Manisa’nın ünlü şehir sinemasına gider ve her zamanki gibi makine dairesinin üzerindeki yerini alır. Filmi büyük keyifle izleyen Ahmet Bedevi kendi yaşantısı ile Amerikalı Tarzan’ın arasındaki aşırı benzerliği hemen fark eder. Filmin yarısında 10 dakika ara verilince, seyircinin gözü makine dairesi üzerindeki Ahmet Bedevi’ye takılır ve aniden spontane bir şekilde “Tarzan… Tarzan…” sesleri yükselir. Ahmet Bedevi bu yakıştırmadan hoşlanır ve bu tezahüratı karşılıksız bırakmaz. Ayağa kalkarak izleyicileri selamlar. O günden sonra adı “Manisa Tarzanı” kalır. (1)
İzlediği bu filmden etkilenen Ahmet Bedevi’de sonraki günlerde başka bir önemli değişiklik daha olur: O yaşına kadar üzerinde taşıdığı atleti ve kısa pantolonu çıkarır ve Amerikalı Tarzan gibi kısa şortla dolaşmaya başlar. Bu ilginç değişikliğe Manisa halkının büyük çoğunluğunun hiçbir itirazı olmaz ve Tarzan ölünceye kadar sadece bir şortla dolaşır, üzerine bir atlet bile giymez. 1938 yılında Atatürk’ün ölüm haberini aldığı gün çok hüzünlenir, sonrasında da sakallarını bir daha hiç kesmez.
Tarzan’ın yaz kış üzerinde sadece siyah bir şort vardır. Kışın çok yağışlı havalarda bazen lastik pabuçlar (cizlavet) geçirir ayağına, onun dışında hep çıplak ayaklıdır. Haliyle herkes Tarzan’ın yaşam tarzını çok merak eder. Gazetecilere, ülkenin her yanından merak edip gelen insanlara yaşam tarzıyla ilgili şunları söyler:
“Yaşayışım gayet basittir. Yaz kış Topkale’deki kulübemde ve mağaramda yaşarım. Evim meyve ağaçlarıyla, çiçeklerle çevrilmiş cennet gibidir. Yazın yaş, kışın kuru meyve yerim. Günde üç kez buz gibi suyla yıkanırım. Vücudumu korumak için kendi yaptığım bitkisel yağı sürünürüm. Eski ve yeni yazıyı bilirim. Türk müziğine hayranım. Sinemanın tutkunuyum. Zaten dertle gamı bunlarla unutuyorum. Gazete, dergi elimden hiç düşmez, hepsini alır okurum. Dünyada olup biteni yakından takip ederim.” (1)
Tarzan ağaç dikmek ya da hastalanan ağaçlara bakım için durumu uygun mahkûmları bile özel izinler alarak cezaevlerinden çıkarmayı başarır. Sabah cezaevinden çıkıp tüm gün ormanda çalışan, akşam tekrar cezaevine getirilen mahkûmların kaçmaya hiç teşebbüs bile etmemeleri cezaevi yetkililerinin dikkatini çeker. Tarzan mahkûmlara da aşıladığı tabiat ve yaşam sevgisiyle, adeta onların ruhlarını da temizler, güzelleştirir.
Manisa’da askeri eğitim kışlası bulunmaktadır. Kışlaya askerlik için Türkiye’nin her tarafından gelen insanlar vardır. Cumartesi Pazar günleri izinli olarak kışladan çıktıkları zaman Tarzan’ı görmek onunla sohbet etmek isterler. Tarzan’ın kartpostalları ya da fotoğraflarını bulurlar ve ailelerine gönderirler. ‘Burada böyle bir insan var, yeşile doğaya sahip çıkıyor’ diyerek ailelerine Tarzan’ı hayranlıkla anlatırlar. Böyle böyle Tarzan’ın ünü tüm Türkiye’ye yayılır. Keşke günümüzde de hep böylesi değerli insanlar konuşulsa, gündem olsa ve onların ünü yayılsa ülkemizde ve tüm dünyada.
Tarzan “Sizler de tabiatın çiçeklerisiniz” dediği kadınlara iltifatta kusur etmez. Genç kızlara elindeki çiçekleri verir her daim. Müzik tutkunu olan Tarzan bir gün Manisa’da bir konsere gider. Sanatçılar arasında Münir Nurettin Selçuk da vardır. Konser ilerlerken sahneye çıkan ünlü bir kadın sanatçıya Tarzan çok hoş bir buket çiçek verir. Bundan çok hoşlanan sanatçı, Spil Dağı’nın suları berraklığında ve tazeliğindeki eşsiz sesiyle Tarzan için “Dönülmez Akşamın Ufkundayım” şarkısını okur. Bu güzel sesli sanatçıyı ve arkadaşlarını Tarzan üç gün Manisa’yı gezdirir. Geziler esnasında, ünlü ses sanatçımız da Tarzan’ın doğa sevgisinden, felsefi görüşlerinden etkilenir. Meral’den sonra hiçbir kadınla romantik ilişkisi olmayan Tarzan ile bu ünlü sanatçımız arasında hoş bir yakınlaşma olduğu söylenir. Ama devamı gelmez. Sonraki yıllarda Tarzan yaşadığı kulübesinin yakınına bir çeşme yapar. Özenerek yaptığı bu çeşmenin üzerine “MS” harflerini yazar. Bu harflerin neyi temsil ettiğini kimse bilmez ama yakınlaştıkları söylenen ünlü ses sanatçımız Müzeyyen Senar’dır.
Tarzan’ın başka hiçbir duygusal ilişkisi duyulmamıştır. Ülkenin çeşitli kentlerinden yüzlerce evlilik teklifi alır. Hepsine cevabı aynıdır: “Evlilik söz konusu olamaz, çünkü evleneceğim kadın dağda yaşayamaz, ben de ovada yaşayamam. İkimize de yazık olur.”
1958 yılında Mustafa Pala isimli çocuğu dedesi köyden Manisa’ya getirir. Torununu Manisa’nın bu değerli çevreci halk kahramanıyla tanıştırmak istemektedir. Mustafa, hakkında saygı ve sevgiyle konuşulan Manisa Tarzan’ını göreceği için çok heyecanlıdır. Dedesiyle yürürlerken birden yolda hızla yürüyen, uzun saçlı, uzun sakallı, çıplak ayaklı ve üzerinde sadece bir şort olan, yarı çıplak bir adam gören Mustafa hemen dedesini dürter. Çocuk saflığıyla dedesine seslenir ‘Aaa dede adama bak!’ Dedesi başını çevirir, torununun işaret ettiği adamı görür. ‘İşte oğlum bak bu Tarzan’ der. Tarzan bu konuşmayı duyar duymaz hemen koşarak dede torunun yanına gelir ve şöyle söyler ‘Ya evet, Tarzan’ım ben’. Dedesinin elinden tutmuş, bu yarı çıplak adamı şaşkınlıkla izleyen Mustafa’nın nazikçe başını okşar Tarzan. Dedeye ‘Oğlun mu?’ diye sorar. Mustafa’nın dedesi torunum diye karşılık verir. Tarzan şefkatli bakışlarını ağaçlara çevirerek, ağaçları gösterir ‘Bunlar da benim çocuklarım’ der.
O ayaküstü, güzel sohbette tabiatın güzelliğinden konuşurlar. Tarzan ilgi çekici hikâyeler anlatır. Mustafa dinledikçe merakını uyandıran konular hakkında Tarzan’a sorular sorar. Tarzan’ın sevgisiyle dokunduğu birçok çocuk yüreği gibi, Mustafa’nın çocuk kalbi de Tarzan’ı çok sever. Mustafa’nın genç zihninde de doğa bilinci çiçek açar, yaşam farkındalığı artar. Mustafa Tarzan’ı hiç unutmaz. Büyüdükçe, okudukça Tarzan’ı ve yapmaya çalıştıklarını daha da iyi anlar ve Tarzan’ı da, doğayı da daha çok sever, minnet duyar. Ve bir gün Mustafa Pala’nın zihninde, böyle değerli bir insanın anısının ve anlatmaya çalıştıklarının mutlaka yaşatılması gerektiği fikri uyanır. Bunun en iyi yolu ne olabilir diye düşündüğünde, yine Tarzan’ın anısından bir cevap gelir: Sinema. Tarzan’ı yaşatacak, anlatmaya çalıştıklarını gelecek nesillere aktarabilecek en iyi yol onu anlatan bir film çekmek diye düşünür.
Mustafa Pala heyecan verici bu fikrini hayata geçirebilmek için işe koyulur. Önce Manisa’da Tarzan’ı tanıyan kişileri tespit eder. Ulaşabildiği her biriyle konuşur, ses kayıtları alır. İlgili dokümanları inceler. Daha sonra, tüm elde ettiklerini bir araya getirerek bir hikâye ortaya çıkartır. Bu efsane çevreciyi anlatan hikâyeyi alır ve İstanbul’a gider. Önemli film yapımcılarıyla görüşmelerde bulunur. Tüm bu çabalarının sonucunda, efsane çevreci Ahmet Bedevi’nin yaşamını konu alan “Manisa Tarzan’ı” filmi (2) 1994 yılında Manisa’da çekilir. Orhan Oğuz’un yönetmenliğini üstlendiği filmde, Manisa Tarzan’ını Talat Bulut oynar. Böylelikle ülkemizde ilk kez bir çevreci sinema filmi gösterime girer ve kısa sürede yurt çapında üç ödül alır. İlerleyen yıllarda, yurt dışında da önemli sinema ödülleri sahibi olur. Ve hatta Türkiye’yi temsilen yabancı film dalında Oscar’a bile katılır. Mustafa Pala sayesinde Tarzan ve onun fikirleri, yine Tarzan’ın çok sevdiği sinema karelerinde ölümsüzleşir. “Manisa Tarzan’ı” mutlaka izlenmesi gereken filmlerden bir tanesidir. Manisa Tarzan’ını anlatan çok değerli kitaplardan biri ise araştırmacı-yazar Metin Erdoğan imzası taşımaktadır (1). Kaynaklarda yer alan bu kitabı da okumanızı tavsiye ederim.
Su iletim sistemleri o yıllarda çok gelişmiş değildir. O nedenle, fidan dikim işlemleri ve daha sonrasında onların bakımı için su taşınması en zahmetli işlerden bir tanesidir. Benzer şekilde, birçok yer için temiz su temin edilmesi yine önemli bir konudur. Tarzan Dede Lokantası isimli restorana su taşır ve bu emeğinin karşılığında yemeğini hep burada yer. Çoğu zaman, zaten ormandaki meyvelerle beslenmektedir. Giysi olarak sadece bir şort giymektedir. Şortu eskidiğinde de onu çok seven Manisa halkının esnafı ücretsiz bir şort diker kendisine. Tarzan’ın bu nedenle parayla hiç işi olmaz. Belediyeden aldığı maaşını da hemen yardıma ihtiyacı olanlara dağıtır, çocuklara şeker alır, artan olursa fidan alır. Manisa Valisi ve Belediye Başkanı tarafından maaşına zam yapılması tekliflerini her seferinde geri çevirir. Ankara’dan ve İstanbul’dan gelen bahçıvanlık tekliflerini de, ‘Manisa’da binlerce evladım (ağacım) var, ölsem burayı terk etmem.’ diyerek ret eder. Tarzan paranın can alan yeşiliyle değil, doğanın can veren yeşiliyle ilgilenir hep.
Bir değil, birçok ömre bile sığmayacak icraatlarını özetlemek ve bir çırpıda okumak kolay gibi görünebilir. Oysaki Tarzan’ın tüm ömrü büyük mücadele içerisinde geçmiştir. Vatanı için Kurtuluş Savaşı’nda verdiği mücadeleyi, sonraki yaşamında da yine vatan toprağı için başka cephelerde vermeye devam eder. Manisa’da yapmaya çalıştıkları çoğu kez çeşitli yollardan engellenmeye çalışılır. Çünkü doğaya sahip çıkarak, üç kuruş için tabiatı katletmeye çalışanların çıkarlarına engel olmaktadır. Böylesi çıkarcılar, Tarzan’ı yollarından çekebilmek için tüm yolları denerler. Tarzan’ın itibarını düşürmek için kendisine deli yakıştırması yaparlar, alay ederler ve toplumumuzun yaralarından biri olan, asılsız dedikodularla karalamaya çalışırlar. Tarzan ömrü boyunca, art niyetli bu gözünü hırs bürümüş insanlara karşı çetin bir mücadele verir, hiç yılmaz. Gördüğü tüm baskılara direnir.
Tarzan özgürlüğünden hiçbir şekilde ödün vermez. Giyinmesi ve sakalını kesmesi için yapılan baskılara asla izin vermez. Manisa’da tüm milli bayramlarda da, çıplak vücuduna bağladığı bir palmiye yaprağına taktığı kırmızı şeritli İstiklal Madalyası ile kortejin en önünde alkışlar arasında yürür. Tarzan’a yapılan tüm haksız engellemelere karşı, Manisalılar çok sevdikleri halk kahramanlarına hep destek verir. Yapılan tüm ahlaksızca girişimlere, asılsız dedikodulara karşı ortak bir bilinçle karşı durulur. Ve en sonunda Manisa kazanır, memleket kazanır, tabiat kazanır, yaşam kazanır.
Tarzan’ın en büyük hayali Anıtkabir’i ve Mevlânâ Türbesi’ni ziyaret etmektir. Bu hayallerini gerçekleştirir. Mevlânâ Türbesi’ni ziyarete gittiğinde, kapıdaki bekçi kendisini durdurur. Çıplak olduğu için Tarzan’ı içeri almak istemez. Tarzan bunun üzerine bekçiye nöbet tuttuğu duvardaki yazıyı işaret eder. Duvarda ‘Ne olursan ol gel!’ yazmaktadır. Bekçi kısa bir duraksamadan sonra başını öne eğer ve Tarzan içeri girer. Türbeyi ziyaret eder, duasını okur. Şekilciliğin ötesine geçebilen ve bu sayede Mevlânâ gibi çok önemli bir değeri anlayabilen bir bilgedir.
Diğer büyük hayalini 1957 yılında gerçekleştirir. Kendi tabiriyle çok sevdiği Atasının huzuruna çıkar ve mozoleye çiçekler bırakarak saygı duruşunda bulunur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Atası da kendisi gibi, doğanın kıymetini bilen bir çevrecidir. Zaten okuyan, düşünen ve insan olabilen birinin doğayı değil de parayı tercih ettiği tarihte hiç görülmemiştir ki. Saygı duruşu sırasında Tarzan gözyaşlarına engel olamaz. Oradan ayrılırken nöbet tutan askerlere döner, buğulu gözlerle şöyle söyler “Paşama iyi bakın. O size emanettir.”
Taze orman havası içinde geçirdiği ömründe neredeyse hiç hastalanmayan Tarzan, bir yurt gezisinden döndükten sonra, diktiği bazı ağaçların Valilikçe kesildiğini görünce üzüntüsünden hastalanır. “Yokluğumdan yararlanıp ulu çınarlarımı kesmişler, evlatlarını kaybetmiş bir baba gibiyim, göğsüme hançer saplanıyor, dayanamıyorum.” diyerek ağlamaya başlar ve kalp spazmı geçirir. Güçlükle ikna edilerek hastaneye yatırılır. Tarzan hastaneden bir an önce çıkmak ister ama durumu buna elvermemektedir. Devamlı “Yüz bin ağaç dikmeden ölmem” diyen Tarzan o güne değin altmış bin ağaç dikmiştir. Ne yazık ki bu efsane çevreci, bilge insan 1963 yılında hayata gözlerini yumar.
Son günlerinde kendisini görmeye gelenlere hep aynı kelimeleri söyler: “Ahmet Bedevi bir çıplak garip adamdır. Ama ölünce ağaç sevgisi sembolü olacak, hangi idareci ağacı kestirirse rüyasına girecek, boğazına sarılacağım. Bu memleketin yeşile, yeşilliğe, ağaca, çiçeğe ihtiyacı var.”
Manisa’nın o güne dek görmediği büyüklükte bir cenaze töreni düzenlenir. Ahmet Bedevi için Türkiye’nin dört bir yanından insanlar katılır bu törene. Gelenler bu bilge kişiye minnetlerini sunarlar. Manisa’nın birçok yerinde Manisa Tarzanı’nın heykelini görürsünüz. Ama asıl anıtı Manisa’nın yemyeşil ağaçları, mis kokulu çiçekleri ve onu tanıyabilme, anlayabilme şansına sahip olmuş tüm insanların yüreklerindeki yeridir. Ahmet Bedevi tüm Türkiye için ölümsüz bir halk kahramanıdır.
Onun sayesinde bilinçlenip, izinden giden yüzlerce insan olmuştur. Çevrelerini güzelleştiren, yaşama sevincini yaymaya devam eden, çocukların geleceği için çabalayan yüzlerce, binlerce insan doğmuştur Tarzan’ın fikirlerinden. Tabiata dönmemizi, teknolojiyi doğaya zarar vermeden kullanmayı, yarınları güzelleştirmeyi, yaşamın ve insanın değerinin farkına varmayı ekmiştir yüreklerimize. Manisa Tarzanı’nın yaydığı hayat ışığı, doğanın insanın tek yaşam kaynağı olduğu gerçeğinin unutulma karanlığı üzerine güneş gibi doğmaya devam etmektedir.
Manisa halkında Tarzan sevgisinin ölümsüz bir biçimde yaşamaya devam ettiğini gösteren, çok hoş anıtlardan bir tanesini örnek vermek isterim. Manisa merkezde yaklaşık 330 yıllık bir ağacı (Pinus Brutia Ten cinsi kızılçam) kesmemek için, beş katlı bir apartmanın balkonları ağacı koruyacak şekilde tasarlanmıştır (3). Tabiatla insanın bitlikte yaşamasının çok hoş, nadide örneklerinden biri olan bu evi Manisa’da görmeye gidebilirsiniz. Bu “Ağaçlı Ev”in (3) fotoğrafları halen sosyal medyada tüm dünyada rekor sayıda beğeni almaktadır. Bu satırları okuduğunuzda yine bir başka efsanevi çevreci aklınızda hemen belirmiştir: Atatürk ve Yürüyen Köşk. Bir başka yazımda da, yine çok önemli değerlerimizden biri olan Yürüyen Köşk’ten bahsetme fırsatı bulurum umarım.
O yıllarda, dünyanın en gelişmiş toplumlarında bile çevrecilik bilinci henüz oluşmamışken, Manisa Tarzanı’nın yaptıkları, anlattıkları ve başardıkları sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın dikkatini çekmiştir. Tüm insanlığa örnek bir çevreci, tüm dünyanın taktirine mazhar olmuş bilge bir şahsiyettir. Söyledikleri, göstermeye çalıştıkları ve yaptıkları üzerine devamlı düşünmek, onu anlamak için gayret göstermek bir insanlık ödevidir. Kendi yaşamlarımızı, çocuklarımızın yarınlarını daha güzel hale getirmek amacıyla, Tarzan’ın örnek olduklarını hayata uygulamak için doğru adımları atmak hayat gerekliliğidir. Ahmet Bedevi’nin nöbetini her birimiz devralmalıyız. Fidanları onun evlatlarıydı, artık fikirleriyle birlikte tüm evlatları bizim çocuklarımızdır. Onları şefkatle beslemeli, sulamalı, özenle büyütmeliyiz.
Akademik uzmanlık ve çalışma alanlarımdan biri gelecek tahminleri yapan ileri düzey yaklaşımlardır. Değerli çalışma arkadaşlarımla geliştirdiğimiz, veri biliminin de temelini oluşturan, makine ve istatistiksel öğrenemeye dayalı ileri düzey öngörü modelleri, yaklaşımları uluslararası literatürde yer almaktadır. Geliştirdiğimiz bu öngörü yöntemleriyle sağlıktan, finansa, hava kirliliğinden, turizme kadar çok çeşitli alanlarda gelecek tahminleri yapmışızdır. Bu çalışmalarımla ilgili olarak yurt dışı, yurt içi birçok üniversitede, organizasyonda, kongrede sunumlar, konuşmalar yapmışımdır. Katıldığım bu önemli etkinliklerde, geliştirdiğimiz, gelecek öngörüleri yapan yapay zekâ temelli yöntemleri dinleyen dinleyiciler, katılımcılar çalışmalarımızda elde ettiğimiz isabetli sonuçlardan genellikle çok etkilenirler. Ve haliyle bazen bana, yarın dolar kurunun ne olacağı ya da borsanın gelecek hafta yükselip yükselmeyeceği gibi sorular soranlar da olur. Ben de böyle sorulara bir soruyla cevap veririm: “Türkiye’nin şuan kaç tane içme suyu kaynağı kaldığını biliyor musunuz?” Ve bilinen, önemli bir Kızılderili atasözünü de hatırlatırım: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.” İnsan doğa olmadan yaşayamaz ama doğa insansız yaşar. Doğanın kaynakları tükendiğinde, hiç bir para biriminin alım gücü kalmaz. Elbette bilimsel olarak araştırmaya, gelişmeye devamlı çabalayacağız ama önceliklerimizi, hedeflerimizi doğru belirlemediğimiz taktirde hiçbir öngörü modeli anlamlı bir sonuç üretemez. Ve yaşamdan daha değerli hiçbir şey yoktur.
Yaşamın değerini bize en güzel şekilde anlatan insanlardan biri olan Ahmet Bedevi gibi, çok yönlü bir bilgeyi tanımlamak hiç kolay değil. Bırakın buradaki yazımı, onlarca kitapla bile kendisini tarif etmek çok zor. Barındırdığı özelliklerden biri de şiir yazmaktır. O nedenle, böylesi önemli bir değerimizden bahsederken şiirin engin gücünden yardım alalım. Ahmet Kutsi Tecer’in sanki Tarzan için yazdığı enfes bir şiirin bir bölümüyle selamlayalım Ahmet Bedevi’yi.
Tabiat Odam (4)
Severim kırlarda ben yaşamayı,
On iki ayı.
Severim kırların yeşil göğsünü,
Bütün süsünü.
İstemem başımın üzerinde dam,
Tabiat odam.
İstemem topraktan başka bir yatak,
Kehkeşanlar tak.
Kuşlardan savrulan bir incecik tüy,
Üstümde örtü.
Ve aydan kırpılan bütün yıldızlar,
Rüyamda kızlar.
Her sabah neşeyle uyanan bir eş,
Koynumda güneş.
Dallarda ötüşen kuşlar kabilem,
Bilmezler elem.
…
Ölürsem istemem ne yas, ne kefen,
Ne başka bir fen.
Üstümden kalkmasın çimen, çiy, yosun,
Ruhum uyusun.
Kaynaklar
(1) Metin Erdoğan, Dört Efsane Çevreci, Cenova Yayınları, 2018.
(2) Manisa Tarzanı filmi, https://www.sinemalar.com/film/7588/manisa-tarzani, https://www.imdb.com/title/tt0111366/
(3) Ağaçlı Ev, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/325-yillik-agac-kesilmeyince-ortaya-bu-manzara-cikti-40372319
(4) Tabiat Odam şiiri, https://www.youtube.com/watch?v=NzPTuflPA0I