Din bilimsel bir olgu mudur?
Şimdiye kadar bu soruya verilen yanıtlar arasında ikisi ön planda görünmektedir. Bunlardan birincisi olan “Evet, din bilimseldir,” yanıtını verirsem materyalist ya da seküler bir düşünceye sahip olanların “yobaz” gibi yaftalamalarına maruz kalabilirim. Yok, “Din bilimsel değildir,” desem bu sefer de dindarların tepkisiyle karşılaşma ihtimalim var. Peki ya üçüncü ihtimal?
Bu soruya yanıt vermeden önce “din” kavramını kafamızda netleştirmemiz gerekir sanırım. Sonra da sormamız gerekir:
“Hangi din?”
Bugüne kadar öğrendiklerim ışığında şahsi düşüncelerimi aktarmam gerekirse gerçek din bir tanedir. İlk insanla birlikte hayatımıza giren ve hiç çıkmayan, vazgeçilmez ve değer biçilemeyen bir olgudur bu “Gerçek Din”.
Bir de uydurulan dinler vardır. Banknotun değerini bilen ve taklit eden bir üçkâğıtçı gibi; altının değerini bilen ve sahtesini üreten bir sahtekâr gibi, dinin önemini ve insanlar üzerindeki etkisini bilenler de bu kavramın sahtesini üretmekten geri durmamışlardır. Ve en çok taklit edilen şeylerden birisinin “din” kavramı olmasının basit bir izahı var: “İnsanoğlunun hayatındaki en önemli şeylerden birisisi din kavramıdır”.
Nitekim bir kısım üçkâğıtçılar da insanların dine olan ilgisini fark etmiş olacak ki, bireysel çıkar sağlamak ya da emellerini gerçekleştirmek için din kavramını bir fon olarak kullanıp mutasyona uğramış farklı inanç sistemlerini devreye sokmuşlardır.
Peki, dinin değerli olduğunu fark eden ve bu kavrama sarılan insanlar gerçeği dururken neden sahtesinin peşinde koşarlar?
İşte bunun da birkaç açıklaması vardır. Birincisi, bazılarımız aldatılmayı sever. Yaptığı şeylerin gerçek olmadığını, bir tür el çabukluğu ve göz aldatmacası olduğunu söylediği halde sihirbazları izler hatta bunun için para bile veririz üstelik. Sadece sihirbazların küçük oyunları bile insanoğlunun kolay aldanmaya meyilli bir tür olduğunun göstergesidir sanırım. Uydurma dinlerin ardına takılmanın ikinci nedeni de kanaatimce ucuz olması ve kolay görünmesidir, tıpkı sahte altın ya da sahte banknot gibi.
“Din” olgusunu gereksiz, çağ dışı hatta zararlı bulanların gerekçeleri çoğu kez uydurma dinlerin bilimden uzak tutumları olmuştur. Bu tutumun da samimi olmadığı gün gibi aşikârdır. Zira sahte altının kusuru gerçek altını değersiz kılmaz.
Gerçek din olgusunu anlamak için kolaycılıktan ve fırsatçılıktan kaçınmak gerekir önce. Doğrulara ulaşmak için de bir ölçüte, bir mihenk taşı ya da sahte para kontrol cihazı gibi sağlam ve güvenilir araçlara ihtiyacımız vardır.
Bu izahtan sonra şimdi artık yukarıdaki soruya gönül rahatlığıyla yanıt verebilirim:
“Uydurulan dinlerin hemen hepsi akıl ve bilimsellikten uzak olup duygulara hitap ederken; gerçek din olgusu ise bilimsel değil bilim üstüdür ve akla hitap eder.”
Neden bilim üstüdür din?
Çünkü bilim, sonsuz evrende minik bir nokta cürmünde olan insanoğlunun zekâsı ile sınırlıdır. Oysa kendi zekâ kavramına bile bir izah getiremeyen; kendi beyninin çalışma mekanizmasını bile henüz tam olarak çözemeyen; beynindeki milyarlarca nörondan sadece bir tanesini bile üretemeyen insan, aklının sınırlarını zorlayan kendi bedenini yaratan gücün en azından kendi aklından daha üstün olduğunu kabul edecek kadar zekidir.
Benim seksen kiloyu kaldırabilmem yeryüzündeki en büyük ağırlığın bu olduğunu göstermez. Benim yirmi kilometre hızla koşuyor olabilmem de en yüksek hızın bu olduğunu göstermez. Sesin ve ışığın hızını biliyorum çünkü. Ve milyonlarca yıldır aksamadan hareketine devam eden muhteşem evren…
Varlığını inkâr edemeyeceğim bu sonsuz evren, benim tanıdığım en zeki tür olan insanın eseri olmadığına göre; benden daha zeki olmayan ve adına doğa ya da tabiat diyeceğim otun böceğin marifeti de olamayacağına göre bunun tek bir izahı olabilir:
“Sonsuz evrenin bir yaratıcısı var.”
İşte benim anladığım gerçek din; tüm bu muhteşem şeyleri yoktan var eden, sürekli gözetim altında tutan, “insan” dediğimiz biz zeki türlere de erdemli bir hayat sürmemizi öğütleyen sonsuz güç ve zekâ sahibinin varlığını kabul etmektir. Bir karıncayı bile yoktan var edemeyecek aciz bir tür olan insana düşen aklını kullanmak, kozmosun baş döndüren harikuladeliğini fark etmek ve tüm bu sonsuzluğun yaratıcısının önünde saygıyla eğilmektir.
Gerçek yaratıcıya inanmak, “akıl” dediğimiz bir melekenin marifetidir. Oysa bilim dediğimiz ve bizim sınırlı zekâmızın ürünü buluşlar, gözümüzün gördüğü tüm bu muhteşem şeyleri izah etmekte yetersiz kalacaktır. Ve zekâmızın ürünü olan bilimsel çalışmalar bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken diğer yandan başka sorunlara neden olmaktadır. Bir kısım bilim adamlarının laboratuvarda ürettikleri şeyler bazı insanların emellerine hizmet ederken diğer insanlar için yıkım nedeni olabilmektedir. Ve kabul etmek zorundayız ki, bilim adını verdiğimiz şey sonsuz evrenin minik bir köşesi olan dünyamızda huzur ve barışı temin edememiştir. Bir taraftan yaparken diğer taraftan yıkan bir türdür insan. Oysa sonsuz evrenin işleyişinde milyonlarca yıldır bir aksama olmamıştır.
Dünyamızda yaşanan sorunlar için yaratıcıyı suçlama eğiliminde olan bir kısım insanların söylemlerini ibretle okuyor ve dinliyorum. Zira yaratıcıyı suçlayanlar çoğu kez ona inanmayanlardır. Böyle de çarpıcı bir paradoks vardır anlayacağınız. Ve diğer nokta…
Sonsuz evrenin sahibi yarattığı en zeki türlerden birisi olan insana doğaya kısmen de olsa müdahale yetkisi vermiştir. Biz insanlar ise bireysel çıkarlarımız uğruna bu güzel dünyayı yaşanmaz hale sokmuşuz. Benim gözümle bakınca görünen manzara budur.
Oysa bizim etki ve yetki alanımız dışında olan sonsuz uzay ahenkle ve kusursuzca işleyişine devam etmektedir. Bu açıdan bakınca sanırım kimi suçlamamız gerektiği apaçık ortadadır. Yarım asırlık bir ömrün bana telkin ettiği bu düşünceden daha aydınlık ve ikna edici bir bilgiyle karşılaşırsam fikirlerimi geliştirmek hatta gerekirse değiştirmek için antenlerimi açık tutmaya devam ediyorum.