İslam hukukunda ta‘lil meselesi fıkhın en çetrefilli meselelerinden birisidir. Görüşlerin rekabete girdiği, derin tartışmaların yapıldığı, Şâfiî hukukçu Cüveynî’nin vurucu ifadesi ile tenâfüsü’l-enzâr (farklı bakış açılarının birbiri ile yarıştığı) olan bir zemine sahiptir.
Temelde verili bir mahiyete sahip olan İslam hukuku; Kitap ve Sünnet’in nasları üzerinden toplumsal hayatı düzene koyarken nasların yorum hakkını alanında uzman, hakîm, emin, mekin, metin, fehim ve müstakim olan müçtehit fakihlere bırakmıştır. Bu alanında uzman kişiler aynı zamanda ilahî metnin kendisinde “ülü’l-emr minküm/sizden olan emir sahipleri” şeklinde nitelenerek, yorum hakkında yetkilendirilmişlerdir.
Ta‘lil meselesi; nasların sınırlı, sorunların sınırsız olduğu bir zeminde İslam hukukunun kuşatıcılığına da katkı sağlamış, bir yönüyle kıyasa entelektüel boyut kazandırmış, diğer yönüyle de fıkhın kavramsal genişlemesine vesile olmuştur. Zira kıyas ve ta‘lil genişlemeci bir yorum iken, tahsis daraltıcı yorum olarak kabul edilmiştir.
Kıyasta ta‘lîl “gerekçelendirme” olarak tanımlanırken, illet ise gerekçe olarak tanımlanmıştır. Ta‘lîl süreci kendi içerisinde bir yandan kıyasta maslahata geniş zemin hazırlarken, maslahat ise makâsıd teorisine zemin hazırlamıştır. Böylece girilen bu yol İslam hukukuna teorik zeminde vüsat kazandırırken, pratik zeminde onun çözüm kabiliyetini güçlendirmiştir.
Ta‘lîl kavramının asıl doğduğu zeminin kelam ilmi olduğunu söylemek uzak bir iddia olmasa yeridir. Çünkü usûl-i fıkıh kelam ilmiyle “usûl” kavramı üzerinde müşterek bir zemine hâvidir. Bir kavram olarak usûl; fıkıh ilmi özelinde usûl-i fıkıh adıyla, kelam ilmi özelinde ise usûlüddîn adıyla terimsel anlamına kavuşmuştur. Dolayısıyla usûl-i fıkhın, belli oranda kavram ve mantığını kelam ilminden almasında yadırganacak bir durum yoktur. Nitekim İmam Gazzâlî’nin el-Mustasfâ’da vurguladığı gibi kelam ile usûl-i fıkıh arasında süt emziren anne ve süt emen çocuk türünden bir ilişki bulunmaktadır. Anne; bebeğinden sütünü kestiğinde belli bir süre çocuk anne göğsünü aramakta, bu ayrılığı yadırgamakta ve bir türlü ayrılmak istememektedir. Bu metaforda da olduğu gibi kelamdan istiklalini elde eden usûl-i fıkıh her şeyi ile tamamen kelamdan kopamamıştır. Yine Semerkandî’nin ifadesi ile kelam ve usûl-i fıkıh arasında asıl-fer‘ ilişkisi bulunmaktadır.
Ef‘âl ve Ahkâm Ayrımı
Şüphesiz Allah Teâlâ’nın dışındaki tüm varlıklar (mevcud) onun fiiliyle ortaya çıkmıştır. Yani her şey; en güzel, en mükemmel ve en adil biçimde onun adalet sıfatından taşarak (fâizun min adlihi) meydana gelmiştir. Şüphesiz Allah Teâlâ ezelde mevcut idi ve onunla beraber hiçbir varlık bulunmamaktaydı. Sonrasında Allah Teâlâ kudretini izhar etmek ve daha önceden ortaya çıkmış olan iradesini gerçekleştirmek için mahlûkatı yaratmıştır. Yani Allah, mahlûkatı onlara olan ihtiyacından dolayı değil de ezelde beliren kelimesini hakikate (zuhur etmesi) çevirmek için yaratmıştır.
Görüldüğü gibi Allah Teâlâ’nın mahlûkatı yaratması, icad etmesi ve onları mükellef tutması bizzat onun fazlındandır; çünkü Allah’ın onları yaratması zorunlu değildir. Yine Allah Teâlâ’nın yarattıklarına nimet vererek onları imkanlara boğması onun lütfundandır, böyle yapmak zorunda da değildir. Allah, yapmış olduğu itaatleri karşılığında kullarına lütfu kereminden sevap ve iyi karşılık bahşeder. Fakat bu bahş, kulların zorunlu hakkı olmadığı gibi mutlak kazanımları olduğu için değildir. Çünkü Allah’a hiçbir şey vacip olamaz ve kimsenin Allah üzerinde zorunlu bir hakkı yoktur. Sonra Allah eşyayı bir hikmete bağlı kılmıştır. Ancak Allah’ın hikmete mebni bir iş yapması onun amaçlara bağlı kaldığı anlamına gelmemektedir. Ancak Mutezile bunun aksini düşünür. Mutezile’nin teorisine göre kullar için aslah olanın yaratılması Allah’ın üzerine vaciptir. Buna mukabil Ehl-i sünnet’e göre Allah’ın bir amaçla iş yapmasının kabul edilmesi durumunda Allah’ın zatında bir noksanlığın varlığı söz konusu olmakta ve bu noksanlığın “amaçla” telafi edilmiş olması sonucu ortaya çıkmaktadır (Şeyh Zerrûk, İğtinâmü’l-fevâid, 24, 159-163).
Ahkâm’a gelince hüküm; Allah’ın, kullarına ilişkin hitabı olarak tanımlanmakta ve bu talep iktiza (yap-yapma) ve tahyîr (yapmakta serbestlik) formunda gelmektedir. Bu formlar kendi içerisinde emir ve yasakları ve ayrıca mübahları içermektedir. Emir, yasak ve serbest bırakma şeklinde gelen talepler belirli bir skala hâlinde dizgelenerek buradan ahkâm-ı hamse (beş hüküm) üretilmektedir.
“Elâ lehü’l-halk ve’l-emr (yaratma da emir de onundur. A‘râf, 53)” ayetinde geçen “halk” Allah’ın fiillerini içerirken, yine ayette geçen “emr”in ise ahkâma (kelâmullah) işaret ettiği düşünülebilir. Ef‘âl konusunda ta‘lîl, illet, gaye ve amaçlılık aramaya gitmeyen ehl-i sünnet âlimleri ahkâm konusunda bu kadar dar davranamamışlar; ahkâmın ta‘lîl, gaye, maslahat ve makâsıdına kapı açmışlardır. Elbette Allah’ın talebi muayyen maslahatları içermekte ve bu maslahatlar Allah’a yönelik değil bilakis kulların hem dünyevî hem uhrevî çıkarlarına yönelik olarak teşrî kılınmıştır.
Anlaşıldığına göre ef‘âl daha çok metafizik alanda ele alınırken, ahkâm; fiziki dünyada kullarla ilişki kurmanın, onların hayatına temas etmenin, kurallar ihdas etmenin ve kısacası toplumsal hayatı düzenlemenin aracı olarak kullanılmaktadır. Ahkâmın fizik ve sosyal alana indirgenmesi doğal olarak kendisinde amaçlılığı, gerekçelendirmeyi, faydayı, kulların ve kamunun maslahatını taşımasını gerekli kılmıştır (Kurtubî, Tefsir, 7/221).
Genel olarak kelamcılar maslahat kavramını kabul etmekle birlikte ona usûlüddînde sebep, saik, maksat ve illet anlamını yüklemek hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Eş‘arî kelamcıların genel yaklaşımı, Allah hakkında açık ya da kapalı nedenselliğe götürecek bir yoruma kapıyı kapatmak şeklinde belirmiştir. Onlara göre böylesi bir yorum Allah’ı yükümlülük altına sokacak ve tabii olarak Allah’ın otoritesi sınırlandırılmış olacaktır. Eş‘arî kelamcılar mihverinde Ehl-i sünnet kelamcı-fakihleri aynı yaklaşım ve hassasiyeti; maslahat, ta‘lîl, illet ve nedenselliği fıkıh ilmine taşırken esnetmişlerdir. Onlar maslahatın usûl-i fıkha taşınmasını ve usûl-i fıkıhta kullanımını “Allah’ın rahmeti” ile yorumlanması şartıyla kabul etmişlerdir. Allah; ahkamda rahmeti gereği bazı sebep, illet, emâre ve işaretler vazetmiştir. Buna mukabil Mutezile, hukuk sistemlerinde şeriatın temel gayesinin insanların maslahatını (aslah li’l-ibâd) temin etmek olduğu tezini kabul etmiştir. Dolayısıyla illet, ta‘lîl ve maslahat (aslah) kavram şeması; kelamdan usûl-i fıkha geçerken semantik bir değişim göstermiş ve “hukuk kuralının özellikle bilinmesini sağlayacak işaretler” olarak tanımlanarak, ef‘âlde ta‘lilden ahkâmda ta‘lile geçişin yolu zeki bir ustalıkla açılmıştır. Bu anlamda fukahâ “Allah’ın emirlerinde maslahat vardır” önermesindeki maslahatı, garaz (şahsî sâik) olarak kabul etmemiş; onu daha çok mâna (significance) ya da hikmet (rationale) olarak değerlendirmiştir. Artık fıkıhtaki illet “neden-cause” olmayıp sadece “bulgu-sign”dır (Şâtibi, İslam Hukuk Teorisi, çev: Muharrem Kılıç, 143,146, 197-198).
Sonuç olarak klasik Sünnî gelenek kelamdan tevarüs eden illet, ta‘lîl ve maslahat kavramlarının içeriklerini; toplumsal hayata temas etme, olması gerekene yönelik düzenlemelere araç kılma ve ahkâmın teorik zeminini rasyonel bir zemine oturtabilme amacıyla fıkha taşımışlardır. Bu süreçte kavram şemasının semantik içeriği kelamî sakıncalardan arındırılarak ef‘âlde ta‘lîle kapı kapatılmış ve ahkâmda ta‘lilin yolu ise açılmıştır.