“Üniversite Hastaneleri ve Tam Gün Uygulaması” başlığıyla 07 Şubat 2011 tarihli Medimagazin’de yayınlanan yazımda, tam günün yürürlüğe girmesiyle başlayan yeni dönem uygulamalarıyla ilişkili endişe ve sorunlarımızı geniş olarak tartışmıştım. Bu yazımda ise tam gün öncesi durumla ilgili değerlendirmelerimi aktaracağım. Kanaatimce yeni sistemi eleştirirken, önceki durumla ilgili sorunları görmezden gelmek de tutarlı bir davranış değildir.
Yenilik, eski alışkanlıklarımızın değişmesini gerektirdiği için kolay değildir ve sancılıdır. “Değişim olgusu” kendi başına bir kaygı nedenidir. Bu bakımdan her zaman itiraz ve tepkileri beraberinde getirir. Değişim, bir denge durumundan farklı bir denge durumuna geçiştir. Bu geçiş, bilhassa mevcut durumda avantajlı olanlarca “kaybetme” duygusu doğurur. Oysa, bu duygu yanıltıcı olabilir ve yeni denge, eski duruma göre daha avantajlı da olabilir. Acaba öğretim üyelerimiz için tam günle başlayan yeni durumun avantajları mı, yoksa dezavantajları mı ağır basacaktır?
Bu soruyu cevaplamadan önce “yeni durumun neyi değiştirdiğine” bakmak gerekir. 31 Ocak 2011’den itibaren üniversite hastanelerinde öğretim üyelerimizin tam zamanlı çalışmaları zorunlu hale geldi. Üniversite hastanelerinde “özel muayene” “özel ameliyat” gibi isimlerle hastalardan alınmakta olan özel katkı ödemeleri kalktı. Öğretim üyelerimiz özel katkı ödemelerinden aldıkları pay yerine, artık Kurum içerisindeki her türlü faaliyetlerinden (sağlık hizmeti, eğitim ve bilimsel araştırma) dolayı performansa dayalı ek ödeme alacaklar. Yani öğretim üyelerimiz artık, sadece “özel işlem”ler, “özel hasta”lardan değil; “her işlem”den, “her hasta”dan dolayı döner sermayeden ücret alabileceklerdir. Hatta önceden olduğu gibi, sadece sağlık hizmetlerinden değil; eğitim-öğretim ile bilimsel yayın ve çalışmalarından dolayı da öğretim üyelerimize döner sermayeden ödeme yapılabilecektir.
Aslında bu, önceden beri hep dile getirilen bir taleptir. Öğretim üyesinin misyonu ve görevleri dikkate alındığında, onun sadece “özel muayene” ve “özel ameliyat” gibi sağlık hizmetlerinden dolayı gelir elde etmesi doğru bir uygulama değildir. Bu uygulama, öğretim üyelerimizin eğitim ve bilimsel araştırmalardan ziyade, sağlık hizmetlerine yönelmelerine neden olmuş ve tıp fakültelerindeki eğitimi ve bilimsel araştırmaları olumsuz yönde etkilemekteydi. Bu nedenle yıllardır gerek meslek örgütlerimiz ve gerekse duyarlı akademisyenlerimiz “Tam Gün” taleplerinde bulunmuşlardır.
Önceki durum, öğretim üyelerimiz arasında bir eşitsizliğe ve haksızlığa da yol açmaktaydı. Örneğin; bizim hastanemizde “özel hasta”, “özel ameliyat” potansiyeli olan öğretim üyelerimizin oranı yüzde 15-20’ler civarındaydı. Geri kalan öğretim üyelerimizin döner sermayeden aldıkları pay çok düşüktü. Oysa, yeni durumda sağlık hizmeti vermeyen, yani gelir getirici birimlerde çalışmayan öğretim üyeleri bile yüzde 300’e kadar eğitimden ve yüzde 300 kadar da bilimsel faaliyetlerden olmak üzere maksimum yüzde 600’e kadar döner sermayeden pay alabilecektir. Klinik branşlardaki öğretim üyelerinden de dileyenler, sağlık hizmetleri yerine, sadece eğitim veya bilimsel araştırmalara yönelebilir ve klinisyenlerle kıyaslanabilir düzeyde döner sermayeden pay alabilir duruma gelmişlerdir. Kurumsal katkı karşılığı olan A puanı uygulamasıyla, herkesin bazal bir ödeme alma hakkı garanti edilmiş olmaktadır.
Ancak, Yönetmelikte bahsi geçen A, B, C, D, E puanlarının karşılığı ne olacaktır? Ödemelerde Kurumların gelir ve kâr durumlarına göre Kanunda geçen tavan oranları ne oranda gerçekleşebilecektir? Farklı alt birimlerden çalışanlara yapılacak ek ödemelerde adalet ve denge sağlanabilecek midir? Aynı alt birimin personeli arasında çalışma barışı bu uygulamadan olumsuz olarak etkilenebilecek midir? Etik olmayan, legal olmayan eğilimleri teşvik edecek midir? Bu soruların yanıtları alınmadan, yeni uygulamaya göre hesaplanmış ek ödemeler dağıtılıp, durum netleşmeden öğretim üyelerimizin kaygıları tam olarak giderilemeyecektir.
Hastalarımız açısından bakıldığında ise, önceki durum hiç savunulabilir değildir. “Sağlığın bir hak olduğu; sağlık hizmetlerinin para karşılığı alınıp-satılması değil, kamu tarafından sosyal adalet anlayışıyla verilmesi gerektiği”, hekimler ve hekim örgütleri tarafından geniş kabul gören bir anlayıştır. Hal böyle iken, bir kamu hastanesinde kamunun sosyal güvencesi altında olan hastalara “Parayı verirsen özel muayene, vermezsen sıradan muayene”, “Paran varsa ultrasonunu bugün, yoksa 3 ay sonra randevuyla yaptırabilirsin”, “Parayı yatırırsan patoloji sonucun yarın, yatırmazsan 3 hafta sonra alırsın” denilmesi etik ve insani açıdan ve hekimlik ilkeleri bakımından kabul edilebilir değildi. Ne var ki, yıllardır var olan bu “ayrımcılık”, “liberalizm” ve “vahşi kapitalizm” uygulamalarından vicdanen rahatsız olan ve hekim ile hasta arasına para konusunun girmemesini savunan hekimlerin, bugün “tam güne karşı çıkması” kamuoyunda bizlerin güvenirliğini ve saygınlığını zedeleyecektir.
Bana göre yapılması gereken, tam güne karşı çıkmak, yanlış olan eski durumun devamını istemek değil; yeni durumun hastalarımızı, hekimlerimizi ve öğretim üyelerimizi mağdur etmeyecek, tüm taraflar için avantajlı bir duruma gelmesi için çaba sarf etmektir. Bize düşenin “Devlet hak ettiğimi varsın vermesin, ben eksiği vatandaştan çıkartırım” anlayışı yerine, “Emeğimin karşılığı tam olarak ödensin” gibi daha tutarlı bir yaklaşım olduğuna inanıyorum. Bu talebin gerçekleşmesi için yapılması gerekenleri önceki yazımda dile getirdiğim için oraya havale ediyorum.