Geçenki yazımda hakikat kavramının kullanımında iki anlam düzeyinden bahsetmiştim. Birinci olarak, hakikati Tanrı karşılığında kullandığımı belirtmiş ve buna yönelik analizlerimi belirtmiştim. İkincisi ise, Farabi’nin “bir şeyin kendine özgü varlığı” ya da Cürcani’nin “bir şeyi kendisi yapan şey” şeklindeki tanımlara (Bkz. M. Çağrıcı, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, “Hakikat”, s. 177) gönderme yapan içeriktir.
Geçen yazıda temel problemim, post/modern zamanlarda Tanrı’nın insan ve evren anlayışları ile inşasında merkezden çık(arıl)mış olmasıdır. Benim tezim, Tanrı’nın merkezden kaydığı bir dünyada her şeyin anlam kaymasına uğrayacağı ve görelileşeceğidir. Buna bağlı olarak hakikate dair Farabi ve Cürcani’nin belirttiği içerikte bir şeyin kendine özgü varlığı ve bir şeyi kendisi yapan nitelikleri açısından oluşan problemlere değinmeye çalışacağım.
Bilinmesi gereken ilk parametre, içinde yaşadığımız dünyanın verili oluşudur. İlk oluşumu, içindeki varlık dünyası ve insanın bizzat kendisi de dahil olmak üzere her şey insandan bağımsız olarak vardır. İster inançlı biçimde “Tanrı yarattı” deyin, isterseniz bunu bir tesadüf ve evrimsel bir vakıa kabul edin; netice budur. Bu varlık dünyasında var olan bütün unsurların bir tabiatı ve kendine özgülüğü (yani hakikati) vardır. Bu bağlamda ağaç, toprak, taş, insan, kadın, erkek vb. her varlık unsuru kendisini kendisi kılan bir tabiata (hakikate) sahiptir.
İnsan var olduğundan beri, bugüne kadar tabiata müdahale ederek bu varlık dünyasında değişim yapmak konusunda oldukça mahir görünmektedir. Araba ve uçaklarla uzak mesafeleri katetmekte, dağların ortasından tüneller geçirmekte, köprüler, kanallar ve ıslahlarla şehirler inşa edip değişiklikler yapmaktadır. Teknoloji üreterek bir zaman hayal ve olmaz kabul edilenleri olur kılabilmektedir. Bu değişimler verili olan dünyanın ve onun içindeki varlıkların tabiatına müdahale etmedikçe makul da kabul edilebilir.
Ancak insan denilen varlığın niteliklerine bu arada daha yakından bakmakta fayda vardır. Bu insan özgürleşmek istemekte, akıl gücünü kullanmakta, kendi içinde organize olabilmekte, tekil gücü yetmese de aklı ile ürettikleri ona müthiş bir yapabilme gücü vermektedir. İnsanın bu yetilerini haddini aşmadan geliştirmesi beklenir. Fakat bu insanın yapıp etmelerinin tümüyle doğru olduğu anlamına gelmez. Bugün Mısır’daki piramitleri, orada uygulanan aritmetik ve geometriyi bir şaheser olarak seyredebilirsiniz fakat böyle devasa bir eserin Firavun gibi tanrılık iddia eden bir insan, onun oluşturduğu sömürü düzeni ve köleleştirdiği kitleler olmasa idi meydana gelemeyeceğini de arka planda görmeniz gerekir. Firavun “Ben en büyük ilahınızım!” derken kitleleri bölerek yönetmeye çalışmış, insan olarak kendi tabiat ve haddinden çıkarak çoğunluğa tahakküm etmiştir.
Modern duruma geçişle birlikte Tanrı’nın merkezden edilmesinin bir sonucu da, eşyanın ve tüm varlık aleminin anlamı ve tabiatının insanın isterliklerine göre değiştirilme riskidir. Bizim bir hakikat olarak Tanrı’yı merkezden çekme gayretlerini bir problem olarak görmemiz bu sebebe dayanmaktadır. Nihayetinde insan, post/modern zamanlarda her şeyin tabiat ve anlamını değiştirmeye teşebbüs etmiştir. İşte bu, insanın kendisini Tanrı yerine ikame etmesi ve Tanrılık talebidir!
Mesela, sınai kent olgusu bugün gökdelenlere doğru evrilen şehir dediğimiz ucubelere insanı icbar etmiştir. Bunların sonuçlarını ise bugün çok kötü biçimde yaşamaktayız. Tabiata müdahale edilerek yapılan şehirleri sellerin vurması tabiata yapılan aşırı müdahaledendir. Bilmem kaçıcıncı kata mahkum olan bireylerin pandemi sürecinde çaresizliği, mahkumiyeti ve tabiattan kopuşunun ne demek olduğu anlaşıldı mı çok emin değilim. GDO, hazır gıda ve içeceklerin bir nesil için anlamı nedir? Bugün şehir insanı için toprak ve yeşile ulaşmak büyük bir merasimi gerektirmektedir. Modernlikle birlikte toprak ve tarım gibi ilkellikleri (!) aşmaya çalışan ilerlemiş toplumlar (!) acıkıp susayınca asfalt ve beton mu yiyecekler? İnsan Hz. Adem’den bu yana değişmedi; hala acıkıyor, tabiat ve toprağa muhtaç; yani geldiği yere.
Stoacılar iki şeye önem veriyorlardı: Birincisi, mealen çok dikkat çekmeden yaşama. İkincisi de, tabiattan kopmama ve onunla uyum. Bu bağlamda içinde yaşadığımız hayat, her şeyin tabiatını dönüştürme konusunda ısrarcı. İnsanın fıtratını, kadın ve erkeğin tabiatını, ekonominin, sosyalliğin, hayatın, ailenin hasılı her şeyin tabiatını değiştirmeye çalışıyor. Sonra da bizi mutlu edeceği gibi yalanları tekrar ediyor. Bu ısrarı da korkarım insanlığın başını yiyecek. Tüm bunları “ekini (kültürü, tabiatı, fıtratı) ve nesli bozarlar” perspektifinde bir daha düşünmelidir. Üstelik de yeryüzünü fesada uğratan bu global aktörler “biz ıslah edicileriz” demeye de devam ediyorlar. Ancak yaptıkları yeryüzündeki insanları daha çok borçlandırarak köleler haline getirmek.
İnsanlık kendisini iyi hissetmiyor. Bir yol ayrımına gelmiş bulunuyoruz. Öncelikle, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıp daha yaşanabilir bir dünyayı inşa etmeliyiz. Küresel aktörler niçin insandan merhamet dilenemeyeceğini gösterdiler. Tanrı’nın lütfuna ihtiyacımız var. Bilmiyorum hakikat üzerine niçin ısrarla durduğum anlaşılabildi mi? Bir şey kökten bozulmuşsa, tikel ve tekil şeyleri değiştirerek meseleyi çözemezsiniz. Paradigmayı değiştirmelisiniz. Tanrı ölmedi fakat insan(lık) can çekişiyor.