Son dönemlerde daha önce kendisini muhafazakar ve Müslüman olarak takdim eden bazı kişilerin agnostik hatta deist ve ateist eğilimler kazandığını görmekteyiz. Bir kısım insanlar da din üzerine bir sorgulama yapmakta; öyle ki sorgulamanın boyutlarını yaşanan dinden, dinin insan için gerekliliğine kadar uzanan bir tayfta göstermektedir.
Öncelikle insanların istediği dine inanma(ma) özgürlüğüne sahip olduğunu, bu konuda Tanrı’nın insana vermiş olduğu özgürlüğün insanlar tarafından kısıtlanmaması gerektiğini savunmaktayım. Bu sebeple konuştuğum insanların ateist, deist, agnostik ya da bir din mensubu olma durumlarına bu gözle bakmaktayım. Kendim Müslüman bir dünya görüşüne sahibim. Dolayısıyla yaptığım analizlerin kişilere yöneltilmiş bir sorgulama olarak anlaşılmamasını dilerim.
İkinci olarak, bugün din konusundaki eleştirileri oldukça ciddiye almaktayım. Din eleştirileri birkaç önemli arka plandan beslenmektedir. Birincisi, Müslümanların başarısızlıkları ve kötü temsillerinden kaynaklanan sorgulamalar bunun ilk türünü tanımlamaktadır. Müslümanlar gündelik hayatlarında iddia ettikleri ahlaki zemini tam olarak inşa edemedikleri; daha önce eleştirdikleri yaşam tarzını (neo-liberalizm) tam merkezine yerleştikleri bu sorgulamaların başında geliyor. Yani Müslümanların olduğu yerde dünya daha iyi olmadı ve daha da önemlisi evrensellik iddialarına rağmen dünya insanlarının emek, sömürü, ahlak, tabiat vb. sorunlarına dair bir şey önerebilmiş değillerdir. Bu sorgulamaları doğrusu ben de yapmaktayım.
Diğer yandan İslam dünyası bir bütün olarak düşünüldüğünde insan hakları, çevre, mimari, adalet vb. açıdan iyi bir örneklik sunabilmiş değillerdir. Bu sorunları halledebilecek direnç noktalarını potansiyel olarak içermekle birlikte, Müslümanlar potansiyellerini harekete geçirebilmiş değillerdir. Hadi haksızlık yapmayalım; Uzun süredir devam eden sömürü koşulları İslam dünyasında henüz geçmediğinden, sömürüden mülhem sendeleme devam etmektedir. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki, Müslümanlar kendi işlerini planlayacak bir yetkinliği de ellerine almış görünmemektedirler. Hatta tabiri caizse bu sorunlar arasında tarihsel hikayelerle “kafası güzel” bir şekilde dolaşmaktadırlar.
Fakat sorgulamaları Tanrı’nın varlığı ve nübüvvete doğru derinleştirenler, hatta tanrı ve dine mesafeli olduğunu söyleyenler, hala Tanrı, din ve özelde İslam dininin tarihi, fıkhi, kitabi tartışmalarını hiç ara vermeksizin sürdürmektedirler. Halbuki tanrı ve dine mesafe koyan insanların artık din ve Tanrı’dan bahsetmeden hayatlarına bakmalarını beklerim açıkçası. Dinin bir masaldan ibaret olduğunu iddia eden insanlar da hiç hız kesmeden din üzerine konuşmaya devam etmektedirler. Elbette kişi yeri geldiğinde din ve Tanrı üzerine konuşabilir; ancak bahsettiğim böyle bir şey değil. Hatta birçok ateist de Tanrı’nın yok olduğu üzerine delillendirme yapmaktadır. Ateizmin mantığı açısından yaklaştığımızda, yok olan üzerinde bu kadar niye durulmaktadır?
Hayatım boyunca “Tanrı’ya inanmaksızın hayat mümkün müdür” sorusu üzerine düşündüm. Doğrusu insanda var olan tanrılaşma eğilimleri, insanın kendisinde bir ebedilik, müstağnilik duyguları uyandırabilmektedir. Fakat bu sorduğum soru üzerine yaptığım sorgulamalarda elde ettiğim sonuç; (kendim için söylüyorum) Tanrı’sızlık benim imkansızlığımdır. Tanrı olmaksızın bu dünya ve kendimle nasıl başa çıkabileceğim konusunda bir cesaretim yok. Üstelik bunu sahip olduğum potansiyellerle yetkinliğini elde etmesi gereken bir varlık olduğumun farkındalığıyla söylüyorum.
Sonuç olarak “Tanrı” her bakımdan kendisine bigane kalınabilecek bir varlık değildir; yani “Tanrı takıntı yapar.”