Günümüzde özellikle sosyal bilimlerle uğraşanların “tarih felsefesi” kurmadan ya da tarih felsefelerini açıklamadan bir yol haritası çizebilmelerini çok mümkün görmüyorum. Ya da tarih felsefesi kurulmadan sosyal bilimlerin içine dalmak, sosyal bilimlerde içkin bir dünya görüşünün etrafında kendine yol çizmek gibi birtakım handikapları barındırmaktadır.
Bu bağlamda Tanrı ve insanın tarihle ilişkisi ve tarihteki konumları nedir sorusuyla başlamak gerekmektedir. Söz gelimi; Tanrı tarihten, insanlardan, tabiattan ve olaylardan tamamen bağımsız mıdır? Bunlara müdahale etmekte midir? Şayet bir müdahale varsa bu nasıl tezahür etmektedir?
Öncelikle bugün zihni arka planda var olan yanlış tarih felsefelerinin gündelik hayatta nasıl tezahür ettiği ve nasıl sonuçlar ürettiğine bakıp, sorunlar üzerinden gitmeyi deneyebiliriz. Modernlikle birlikte değişen Tanrı-insan ilişkisi çerçevesinde Tanrı eski konumunu kaybederken, insan Onun yerine ikame olmuştu. Doğrusu bu değişimle birlikte bir özne olarak insan tarihin akışını tümüyle belirleyecekti.
Modernizmin tarih felsefesinde Tanrı tamamen tarihin dışında kalırken insan özne tarihin aktörü olarak yerini almaktadır. Bu bağlamda tarihin tüm yapıcısı insan olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat “ilerleme” düşüncesinin modernitenin kabullerinden birisi olarak nasıl bir etki oluşturduğunu burada hatırlamalıyız. İlerleme düşüncesine göre insanlık, en başından itibaren sürekli ilerleyerek bugüne kadar gelmiştir. Nihayetinde gelecek zamanlar da bugünden daha iyi olacaktır.
Düşünce tarihi içinde ifade edildiği üzere “cenneti yeryüzüne indirme” teşebbüsü olan bu mentalite, dünyanın sonunda mutlu ütopyalar insana sunmaktadır. Hatta Francis Fukuyama gibi isimlerin “tarihin sonu” şeklinde sunduğu tezler de bu cennet ütopyasını andırmaktadır. Buna göre tarihin sonuna gelmiş bulunmaktayız ve Amerika’da kurumsallaşmış olan neo-liberal ve demokratik değerlerin daha ötesi bulunmamaktadır.
Diğer yandan Marx’ın tarih tezine baktığımızda da benzer bir durumla karşılaşırız. Tanrı’nın olmadığı böyle bir tarihte insan görünüşe göre özne olarak tarihtedir. Fakat insanın yapıp etmelerinden bağımsız olarak yine mekanik bir iyiye doğru gidiş vardır. Bir başka deyişle, tarih otomatik olarak sosyalizm ve komünizme doğru akmaktadır. Bu tarihin sonunda da mutlak bir uyum dünyası, mutlu bir ütopya insanlığı beklemektedir. Belki burada insan öznenin en büyük fonksiyonu bu gidişatı çabuklaştırmak olabilir.
Aslında insan merkezli bir evren tasavvurunun mentalitesini yansıtan bu yaklaşımlar, insanı bir özne olarak tarihte kaybetmiş görünmektedirler. Tanrı’nın bulunduğu bir tarihi insanın nesneleşmesi olarak değerlendirirken ve hatta eleştirirken, bu tarih felsefeleri kendilerini insanı nesneleştirirken bulmaktadırlar. Üstelik bugün tarihin aktığı yön ve içinde bulunulan durum insanlık için pek parlak da görünmemektedir.
İslam’ın tarih felsefesinde ise öncelikle insan bir aktördür. Tarih insanın yapıp etmeleri sonucu şekillenmekte ve bir mecrada akmaktadır. Burada insanın bir özne olarak tarihe girmesi onun yani tarihin dinamizmini de belirlemektedir. Fakat insanın yapıp etmeleri çerçevesinde ve ona bağlı olarak Tanrı tarihe müdahale etmektedir. Bu aynı zamanda insanla ve yarattığı dünya ile ilişkisini kesmemiş, daha “sıcak” bir Tanrı anlayışını beslemektedir. Cevdet Said’in de belirttiği üzere, bir toplumda külli değişmenin olabilmesi, orada yaşayan insanların tek tek kendilerini değiştirme cehd ve fiilleri ile ilintilidir. Said bunu Ra’d suresi 11. ayete referansla yorumlar.
Fakat bugün Müslümanların mevcut durumlarına bakarak tarih felsefesinin ne durumda olduğu sorusunu cevaplayacak olursak, tarihten çekilmiş fakat sürekli Tanrı’yı tarihe davet eden bir zihniyeti görürüz. Hasılı şikayet edilen şeylerden kurtulmak isteniyorsa, insanın tarihe yeniden girmesi lazımdır.