İçinde yaşadığımız post/modern dünyada giderek yaygınlığı artan ve kuvvetlenen söylemlerden birisi de “dinin özgürlükleri sınırladığı” söylemidir. Öznelliğin artışı ile de kuvvet kazanan özgürleşme talepleri ya da taleplerin özgürleşmesi bu minvalde daha çok dinsel ve tanrısal olanı eleştiriyor görünmektedir. Bu yazının temel problemi bu bağlamda Tanrı (din), özgürlük ve arzular (talep) ilişkisi üzerinedir.
Özgürlük insanlık tarihinin başlangıcından bu yana insanların mücadele ettiği bir kavramdır. “İrade” üzerinden düşündüğümüzde insanı diğer varlıklardan ayıran noktanın “seçebilmesi” olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim İslam başta olmak üzere bazı dinler “iman”ın gerçekleşmesini iradeye bağlarlar ve özgürlük bu bağlamda imana öncelenir.
Batı’da kilisenin kendi özgül ağırlığını da aşan hegemonyası özgürlük kavramının ayrıcalıklı bir yer edinmesini sağlamıştır. Bunun karşısında modernlik en başta insanı özgürleştirme vaadiyle harekete geçmiştir. Hümaniter anlayış ve onun sosyolojik sonuçlarından birisi olan “birey” özgürlüğü içerimleyen bir kavram olarak öne çıkmıştır.
Burada not edilmesi gereken temel bilgi; modernlik Tanrı merkezli bir evren ve insan anlayışından insan merkezli bir evren anlayışına geçişle karakterize edilmesidir. Dolayısıyla pre-modern dönemde “hakikat” insana dışarıdan gelen verili bir nitelikte iken, modernlikle birlikte “hakikat” insanın içeriden (içkin) olarak anlamlandırdığı bir niteliğe bürünmektedir. Böylece insan kendisini ve evreni yegane anlamlandırma hakkı/yetisi olan bir varlık olarak yeniden konumlanır. Bu safhadan sonra evren ve onun içerdiği eşyanın yeniden tanımlandırıldığı ve konumlandırıldığı bir dönem başlamıştır.
Modern dönemde din ve özgürlük arasında kurulan ikilem, özgürleşmenin ancak Tanrı’dan (dinden) özgürleşme ile mümkün olacağı denklemini deklare etmiştir. İnsanın merkeziliği dinin, dünyanın ve hatta özgürlüğün yeniden tanımlandığı bir durumu icbar etmiştir. Buna göre özgürlüklerin meşruiyet kaynağı da bizzat insanın kendisi haline gelmiştir. Bu durum Batı modernitesinin teknoloji ve kapitalizmle birleşmesi sonucu en başta ahlakilik probleminin ortaya çıkmasını sonuçlamıştır.
Modernliğin evrenselleştirici ve totalleştirici tavırları karşısında post/modernliğin bireyselleşmeyi daha da derinleştirip keskinleştirerek öznelliğe dönüştürdüğünü izledik. Daha önce bir tür olarak insana referans yapılarak tanımlanan gerçeklik, öznellik anlayışı ile birlikte bizzat öznel beni meşruiyet kaynağı göstermiştir. Talep eden, arzu eden bu “ben” bugün gelinen noktada bir mikro tanrı olarak kendisini konumlandırmaktadır. Tanrılaşmanın bir boyutu budur. Çünkü bütün arzularının meşruiyet kaynağı kendisidir. Halbuki dinler insan arzularını bütünüyle doğru olarak değerlendirmezler. Hatta bu arzuların tamamen yerine getirilmesini de doğru bulmazlar.
İkinci olarak, katı bir ideoloji olmayan, aynı zamanda Jameson’ın nitelemesiyle geç kapitalizmin kültürel mantığını barındıran postmodernlik, insanın benini yücelterek onu tüketim ve borçlanma ikileminde köleleştiren bir ideoloji olarak işlev görmektedir. İnsanın, Kur’an’ın tabiriyle “hevasını ilahlaştıran” bu tavır, son kertede onu hem kendi arzuları hem de piyasanın lehinde köleleştirmektedir. İnsanların bugün büyük oranda özgürlüğü sadece raflardan ürün seçme özgürlüğü çerçevesindedir.
Deleuze ve Guattari’nin “arzu makineleri” dediği bir sürecin içinde insan kaybolmuş durumdadır. Bu “arzu” ve “talep”lerin insanlar için üretildiği ve özneleri her zaman görünmeyen bir piyasa sürekli işlemektedir. İşte bu noktada insana arzularını yükselterek nasıl yaşayacağının ilkelerini dinsel bir metafizik ve gizem ile veren tanrılar devrededir.
İşin ilginç tarafı, kendi cevherinde tanrılık olmayıp bu konjonktürde tanrılaşanlar, Tanrı’yı özgürlükleri kısıtladığı için yargılamaktadırlar. Bu çağda “La” ile “İlla”nın anlamı ise tam bu noktada kendisini açığa çıkarmaktadır.