Başlıktaki “Tanrım, Ben Tom!” ifadesi bir filmde geçen replikten alıntıdır. Tom ismindeki bir çocuk yalnız başına bir odada Tanrı’ya duaya başlarken ilk cümle olarak söylüyor. “Tanışabilir miyiz?” kısmını ise ben ekledim.
Çocuğun söylediği bu cümleyi, çok boyutlu olarak analiz etmek mümkün. Mesela, çocuğun zihnindeki Tanrı imajı faş oluyor öncelikle. Fakat bu zihni bakışı, sadece çocuğa özelleştirilmiş bir durum olarak değil, post/modern dünyanın Tanrı’ya dair bakışının bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Faş ettiği temel problem de Tanrı-insan ilişkisindeki yabancılaşma ya da insanın Tanrı’ya yabancılaşması.
Analizime başlamadan önce temel tezimi söylemeliyim: Modern döneme geçilmesiyle birlikte, Tanrı’nın yerine ikame olan insan Tanrı’yı da kaybetmiş, ona yabancılaşmıştır. İlk başlarda O’na ihtiyaç duymadan yaşayacağına dair kendisine kuvvetli güveni, krizler derinleştikçe yerini “Tanrı” arayışlarına bırakmıştır. Postmodernizm insanı mikro Tanrı olarak kurgularken, yabancılaşma duygusunu daha da derinleştirmiştir. Şimdi herkesin konumunu kaybettiği bir dönemde, “Tanrı” ile yeniden sahih bir şekilde tanı(ş)ma vakti gelmiştir.
Pre-modern dönemde Tanrı merkezli bir evren ve insan anlayışı hakimdi. İnsan, dünya, evren ve içindekiler tamamen “Tanrı”ya göre bir anlam ve konum kazandılar. Bu bağlamda insan ve dünya arasındaki boşluklar doldurulduğu gibi, eşyadan da bu anlam, konuma uygun bir bilgi faş olmaktaydı. Kutsal kitapların insan, eşya ve dünyayı okuma biçimlerinde bu durum rahatlıkla görülmektedir.
Bu arada insan Tanrı’dan ilahi bir nefha olarak tanımlanmaktaydı ve onun maddi anlamda olmasa da dünyadaki nüfuzu önemli bir yer işgal etmekteydi. Kutsal kitapların beklentisi de insanın kendi haddi ve sınırını aşmadan Tanrı ile ilişki kurması üzerine idi. Yanlış Tanrı temsilleri de hep bir uyarı(cı)nın konusu olmuştur. Nitekim Tanrı’nın yanlış temsilleri olarak putlar, Tanrı ile insan arasına girdiğinde insan da gerçeklikten koparak eşyaya ve dünyaya farklı anlamlar vermeye başlamıştır.
Bu bağlamda pagan kültürün iki temel özelliği söz konusudur. Birincisi, Tanrı’nın yanlış temsilleri olması ve giderek temsillerin gerçeğin yerine ikame olmaya çalışması. Bu, toplumlarda sürekli bir ikame kültürü yaratmaktadır. İkincisi de, buradan mülhem aracılar kültü ile işlemeye başlamasıdır. Fakat ilginç olan Tanrı ile insan arasındaki mesafe açıldıkça o boşluğa sokuşturulan Tanrı temsilleri ve aracılar insanlar üzerinde tanrısal tahakkümün örtük meşruiyetini kendi egemenliklerine almışlardır.
Modern döneme gelindiğinde insan, eşya ve dünyanın anlam ve konumlandırılmasında “insan” merkeze alındı. Aynı zamanda insanın Tanrı’ya ihtiyaç duymadan kendisini ve dünyayı inşası anlamına gelen bu durumda Tanrı insana göre yeniden tanımlanmaktaydı. Dikkat edilirse buradaki değişimin nirengi noktası Tanrı-insan ilişkisindeki gerçekliğe dairdir.
İnsana göre yeniden koşullanan Tanrı ve eşya sebebiyle artık insan bir anlam verici olarak ortaya çıkarken Tanrı da giderek zayıfladı. Descartes Tanrı’yı işlevsizleştirirken, Spinoza içkinleştirip dünyaya çekti. Kant tüm dikkatleri insan ve bu dünyaya çekerken, nihayet bu sürecin mantıki sonucunu Nietszche söyledi: Tanrı öldü.
Yeni hakikatler buyuran, hakikatini evrensellik iddiasıyla sunan modern düşünce, Tanrı’dan insanlığı kurtaramadığı (!) gibi bir şekilde tanrılaşmış insanı yarattı. Nihayetinde Hegel’in Zeitgeist’inden Hitler’e varmak çok zor olmasa gerektir. İşte Tanrı bir şekilde tecessüm etmişti tarihte.
Modern zamanların Tanrı-insan ilişkisindeki krizi ciddi olarak görünür olduğunda postmodernlik devreye girdi. Hakikati parçalayarak insanlığı göreliliğe mahkum eden postmodernizm, Tanrı’yı da insanın eşiti kılarak (aralarındaki mahiyet farkını yok ederek) onunla muhabbete sokmaya çalıştı. Donald Walsh’ın “Yarının Tanrısı”ndaki aforizmaları anlam ve konumları “bırak karışık kalsın” biçimine getirmiş görünmektedir: O, “Bizler (insanlar M.T) Tanrılık yapan tanrılarız.” (s.33) Walsh’a göre, yeni Ruhanilik günlerinde, tüm insanlar kendilerinin verdiği anlam dışında hiçbir şeyin anlamı olmadığını anlayacaklardır.” (s. 316)
Hasılı postmodernliğin bizi getirdiği yer; bir başka açıdan insanın yine tanrılaşmasıdır. Siyasal, ekonomik, sosyal vb. her bakımdan bir gerçeklik krizi yaratan ve bunu derinleştiren postmodernizmle insanlık işin içinden çıkacak mı? Böyle bir şey mümkün değildir. Bir kriz onu yaratan mentalite ile aşılamaz. Tümel olarak söylemek gerekir ki, temel insanlık problemi Tanrı-insan ilişkisindeki krizdir. Tanrı’nın bir hakikat olarak devreden çıkarıldığı yerde, insanlık da bocalamaktadır. Birkaç yüzyıldır insanın anlam verdiği eşyalar arasında ve dünyada yaşıyoruz; fakat hiçbir şey yerli yerinde değil.
Her şeyi geride bırakarak Tanrı ile sahih bir şekilde tanışmakla işe başlayabiliriz.