Postmodernliğin derinleşen dünyasında post-truth yani hakikat sonrası kavramı giderek hayatın tüm hücrelerine yayılmaktadır. Üstelik hakikat göz göre göre kaybedilerek/kaybedilmesi göze alarak insanların arasından çekiliyor. Hakikat çekildikçe insanlar gönüllü olarak yalanla yaşamayı, gerçeklikten uzaklaşmayı bizzat kendileri talep etmeye başlıyor.
Önce post-truth yani hakikat sonrası kavramının içeriklerine dair bazı belirlemelerle başlayalım. Pre-modern dönemde insanı dışarıdan kuşatan bir hakikat anlayışı vardır ve bu hakikatin en yüksek düzeyde doruk noktasını Tanrı oluşturmaktadır. Esasen Tanrı insandan bağımsız personal bir varlık olarak bir “başlangıç noktası”nı teşkil etmekteydi. Dolayısıyla insanların vahiy ve din dolayımlı olarak Tanrı’yı hakikatin kaynağı şeklinde anlamaları, tüm dünya ve evreni buna göre anlamlandırmaları söz konusu idi.
İnsanların kendi öznel düşünceleri ve yargıları objektif olarak kabul edilen bu “hakikat” çerçevesinde değerlendirilirken, aynı zamanda insanın buna göre kendisini değiştirmesi “erdem” şeklinde tanım bulmaktaydı. Hasılı burada farklı eğitim yöntemleriyle insanın içsel süreçlerinden başlayarak bir değişim arzu edilmekteydi. Dinin itikat, ibadet ve muamelatı da insanın içsel süreçlerden başlayarak kendisini eğitmesinin araçları olarak görülmekte idi.
Modern döneme geçildikten sonra, “hakikat” kavramının ilk önce adresinde sonra da içeriklerinde değişimler yaşanmaya başlandı. Tanrı merkezli evren anlayışından insan merkezli bir evren anlayışına geçişle birlikte, “hakikat”in adresi insan oldu. Fakat modern dönemde “hakikat” insanın çabalarıyla belirli yöntemler uygulanarak elde edilen insandan bağımsız bir objektifliğe işaret etmekteydi. Tabiat ve sosyal alanlarda “bilim” bu işlevi görecekti. Hatırlanacağı üzere bir dönem bilimin din gibi kesinlik ifade ettiği modern döneme şahitlik ettik.
Postmodern dönemin ağırlığını hissettirmesi ile birlikte dışarıdan insanı kuşatan hakikat düşüncesi sona ererken, evrensel akıl, bilim, gerçeklik iddiaları ise geçersizleş(tiril)di. Bundan sonra öznellikler devreye girmeye başladı. Bir başka deyişle, insanın bizzat kendi sübjektif yargıları, düşünceleri, duyguları başat bir pozisyon kazanırken “bilme” ve “gerçekliğin” sınırları da süjenin sınırlarına kadar geri çekildi.
Belirtilen bu değişimler bugün önümüze iki önemli sonucu çıkarmıştır. Birincisi, artık insandan bağımsız, onu kuşatan objektif bir hakikat anlayışı sona ermiştir. İkincisi de, buna bağlı olarak bir süje olarak insanın duyguları, fikirleri, düşünceleri merkezileşerek öznelliğin hakimiyeti belirmiştir. Böylece öznellik tabiri caizse yeni hakikat haline gelmiş; dolayısıyla bugün dışarıdan belirtilen her türlü doğru, hakikat vb. insan üzerine uygulanan bir şiddet ve ona dikte olarak kabul edilmektedir.
Elbette hakikat ne olduğu insan tarafından bütünüyle kuşatılıp tespit edilebilen bir şey değildir. Kant insanın “kendinde şey”i bilemeyeceğini söylerken haklıdır. Fakat Kant eşyayı insandaki kategorilerle belirginleştirirken, hem sübjektivitenin başatlığını hem de insanın değiştirebilme kabiliyetini vurgulamıştı. Bu durum insanın otonomluğuyla birleşince, dünyaya yeni anlamlar verme meselesi anlamsızlığa doğru savrulmaya başlandı.
Dünya küreselleşmenin kapalı işleyen bir evreni haline gelmiştir. Bu evrende güçlü olanlar kendi hikayelerini (sübjektivitelerini) dünyanın objektif hikayesi olarak sunuyor; bunu tüm iletişim kanallarından epistemik propagandalarla desteklemektedirler. Fakat sübjektif olmayan bilgilere başvurma teşebbüslerini paradoksal olarak şiddet ve dikte olarak yorumlamaktadırlar.
İnsanlar ise böyle bir evrende yalanlarla kuşatılmış propagandalar içerisinde yaşamaktan memnunlar. Çünkü bu propagandaları gerçek zannediyorlar ve kendilerini “uyar”an sesleri rahatsız edici buluyorlar. Tanrı her taraftan bize “hakikat” yağdırıyor ancak insanlar bu hakikatten korunmak için çaba sarfediyorlar.