Tanrı’nın/Akademinin Çırağı Olmak
Akademi bir ormandır. Her çeşit ağaca, bitkiye, arslana, kaplana…. Akrebe, arıya, kartala, güvercine… gerek vardır. Ama biz ormanda okey kurallarını egemen kılarak ormanı kaybettik.Ama biz akademilerde harcanan kağıtlar uğruna ormanları, mürekkep uğruna çiçekleri ve ve bir şey yapma değil olma uğuna zamanımızı ve sonunda kendimizi kaybettik… Akademilerde dil değil el konuşur… Netice olarak, yapay akademilerde sabanı, tohumu, toprağı, ellerimizi ve neticede natürel akademiyi kaybettik…. Çözüm için sabanı kalem, tohumu harf, toprağı kağıt olarak (Pablo Neruda) kullanıp tarlada, bağda, bahçede çuval çuval, sepet sepet …. şiirler yazanlara saygı ve selam olsun…
Tabiat akademileri, maddenin matematik kanunları sonsuzluğunda kimyanın yazdığı, felsefenin bestelediği ve fiziğin yaptığı saz ve kemanlar eşliğinde hayat adlı oyunu sergilediği bir sahnedir. İnsanlar tarafından kurulan akademiler ise, tabiatın sonsuzuncu üstel fonsiyonlarla icra ettiği amellerin gölgelerinin sonsuzuncu kökten türetilerek sahnelendiği bir tiyatro salonu değildir. Dünya bu yapay akademileri natürel akademiye doğru çevirmelidir …. Beyin birçok alt eyaletten oluşan Beyin Birleşik Devletleri adlı bir organizasyondur. Akademi bu organizasyonun tümünü uyandırmalı ve aydınlatmalıdır. Bu yönüyle eğitim öğretim uyanış ve aydınlanmaya ciddi zararlar vermektedir. Sonsuz harfli alfabe ve şekillerle kendini anlatan tabiatın eseri olan beyin için akademiler birer tutsak hanedir.
Bir gram iş, milyarlarca ton sözden evladır. Akademilerimizde sonsuz imkan ve fırsatlar mevcuttur. Onlara bakmayalım, görelim, işleyelim….. Bu nedenle akademilerin efendisi, kulu, kölesi değil çIırağı olalım. Bu yazının kalbi, beyni, akciğeri….. Mahiyetinde olan bir gerçeği dile getirmek bir köylü, bir akademisyen, bir hekim ve bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak en büyük görevimdir. Nitekim yüce dinimiz ve törelerimiz bize çalışmayı ve düşünmeyi öğütlemiyor mu?
Köylerde meyve, sebze kebuklerını, koyun, keçi,, inek… lere yedirirdik. Onlar da bu hizmetin karşılığı olarak onları ete ve süte çeviri bize ikram ederdi. Kış gecelerinde yenilen meyvelerin tohumunu sobada yakmak günahtı. Onları toprağa atmaktı sevap olan…..Biz ne mi yapıyoruz?: yük şehirlerde her saat tonlarca sebze meyve kabuğu poşete konarak çöpe atılıyor. Tonlarca tohum bu şekilde çürümryr ter ediliyor. Tüm belediye başkanı arkadaşlara bir teklifim var: her şehrin yakınında büyük köyler kuralım. Buralarda çiftlikler açalım…. Bu sebze ve meyve kabuk/artıkları ile koyun, keçi, manda, tavuk….. Besleyelim. Asıl geri dönüşüm fabrikaları bunlar olacaktır. Tohumları da toprağın bağrına iade edelim. Bu katliamı durduralım. O meyve sebze artıklarında köylerde yaşayan koyun, keçi, inek, manda, tavukların…. hakkı vardır. Bazı rivayetlere göre hayvan hakkı yemek çok günahtır. Alemlerin Rabbi olan ALLAH ahirette bizim amel defterlerimize bakacak, kelam defterlerimize değil……….Ben bu konuyu birkaç dilde kitap ve makale halinde yazarak tüm dünya devletlerine iletmeyi kendime bir borç edindim. Ne pahsına olursa olsun yapacağım. Tüm sosyal kurumlara da göndereceğim. Özellikle hayvan hakları derneklerine…. Üç büyük din yanında tüm din temsilciliklerine de ileteceğim…. Çünkü üstün ve makbul olan ibadet yani amel iş ile yapılandır, söz ikinci sıradadır. Çünkü söz uçar, iş kalır. Söz karın doyurmaz, iş doyurur….. Her şeyi yüce devletimizden beklemeyelim. Ben inanıyorum ki bu formülle dünya açlıktan kurtulacak ve barışın temelleri bu yolla atılacak. sadece insanlarla değil hayvanlarla da barışmamın lazımdır. Huzurlu bir hayatın kapısını açacak anahtar budur…. Tüm akademi, diyanet ve devlet kurumları mensuplarını bu uygulamayı başlatmaya ve devam ettirmeye davet ediyorum. Zira bir gram iş milyarlarca ton sözden evladır. Tüketen değil üreten olalım ki yaşama hakkımız olsun….
Yapay akademi natürel akademiyi kaybetti …. Harfleri laleler, sünbüller, zambaklar,….., elma-ceviz-armut ağaçları…. karıncalar, arılar, kelebekler, turnalar, bülbüller, …. kargalar….. akrepler, yılanlar…. ayılar, kurtlar ….., yıldızlar, ay, güneş ve galaksiler olan ….. sonsuz harfli alfabeyi kaybettik. Bu sonsuz harfli alfabe yerine, insan gırtlağının çıkarabileceği maksimum 100 sesle konuşmaya, bu seslerden ürettiğimiz 100 harfin kombinasyon ve permütasyonlarından ibaret olan limitli sözel alemde düşünce ve duygularımızı bu limitasyon içinde sınırlandırdık sınırsızlığımızı keşfedelim ……
Biz yıldızların ihtişamını izleten gecenin karanlığından korkarak daracık sokaklarımıza sık aralıklarla lambalar dizip sözde ve yapay olarak aydınlattığımız mahallelerde aydınlanacağımızı sandık … Böylece yakından büyük/uzaktan küçük lambalar nedeniyle uzaktan küçük/yakından büyük yıldızları göremez olduk. Bu küçültülmüş aydınlık tuzağında heves ve ihtiraslarımızın hacmini artırırken gönlümüzün, vicdanımızın ve bilincimizin yoğunluğunu azalttık. Böylece karanlıktan korkar olduk ve ‘’Yıldızları sevenler gecenin karanlığına aldırmazlar…’’ diyen Galileo’nun insan aklına yüklediği yazılımı güncelleyelim….
‘’Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve rahat düşkünlerinin öfkesinde hedef olarak yaşadım.” Şeklindeki düşünceleri ile akılları aydınlatan ve cesaretlendiren G. Bruno’nun yakılan bedeniyle dahi etrafa ışık saçan cesaretini görelim…
Bir kanser gibi büyüyen ve adeta kanser ekonomisiyle çalışan ve adına BÜYÜKŞEHİR dediğimiz YÜK şehirlerde güneş, ay ve yıldızların sonsuz ihtişamını izleyerek onların ışığıyla ruhumuzu yıkayıp aydınlanma alışkanlıklarımızı kaybettik …. Söz konusu bilimse, sonsuz otorite bir bilim yasasından daha değerli değildir, Bir şey olmak uğruna çok şeyler yapabilme kudretimizi harcayıp o şeyi olduktan sonra da bir şey yapabilmek için gerekli olan kudret, azim ve iradeyi aktifleştirelim. BÜYÜK KÖY’ler kurarak kendi ekmeğimizi kendimiz üretelim.
………
İlk hatıram, hatıralarımda hala dipdiri yaşayan zifiri karanlık gecenin sırrını elindeki gaz feneri ile aydınlatırken, omuzlarında beni bir ırmağın akış yönünün ters istikametinde taşıyan annemin bana sayı saymayı öğretişidir….Daha sonra anlayacağım üzere, zifiri karanlıklar bilimin bilinmez uzayı, gaz feneri edindiğimiz bilgiler, tersi istikametinde yürüdüğüm yol bilime karşı yürüttüğüm metod, annemin omuzları üzerinde dayandığım zemin Newton’un diliyle devlerden miras olan matematik bilimi, nereye gittiğimizi hala bilmediğim yer ise hala nereye götürdüğünü bilmediğim bilim yolu imiş….. Natürel akademi dediğim bu okuldan çok şey öğrendim…..
Akademisyeninin Dünyasından Tabiat Göç Etti
Bilmemek isteyenler karanlıkta kalırlar….
Bilmek isteyenler daha karanlığa dalarlar…
Her ikisini de kavrayabilen kapkaranlığa bürünür… (Upanişhatlar).
Aradığını bulmak değil bulduğunu anlamaktır akademisyenin işi.
Evren dediğimiz kitap, yazıldığı dil ve harfler öğrenilmedikçe anlaşılamaz. Matematik dilinde yazılmış bu kitapta harfler üçgen, daire ve diğer geometrik şekillerdir. Bu dil ve harfleri öğrenmedikçe kitabın tek bir sözcüğünü bile anlayamaz, karanlık bir labirentte dolanıp dururuz. Galileo Galilei, The Assayer (1623).
Yıldızları sevenler gecenin karanlığına aldırmazlar. Felsefe onunla beslenmesini bilenler için gerçek bir besin kaynağı oluşturur. Sanmıyorum, bu dünyada bilgisizliğin bilime karşı duyduğu kin ve nefretten daha zorlu bir kin ve nefret yoktur. Ben şuna inanıyorum ki insan zihninin doğasından kaynaklanan yetenekleriyle öğreneceği şeyler arasında “Evren’in yapısını öğrenme çabası” ilk sırayı alır. Bu çaba, Evren’in her şeyi sinesinde barındırması bakımından büyüklükte kıyas kabul etmeyeceği gibi tüm şeylerin temeli ve her şeyi kucaklıyor oluşu nedeniyle de çabaların en soylusudur. Şu ya da bu yazarı azarlayarak yeni bir felsefe aşılanabileceğine inanmak bir hayaldir. Her şeyi bilme şeklindeki bu kendini beğenmiş küstahlığın temeli hiçbir zaman hiçbir şeyi anlamamış olmaktan başka birşey değildir. Bir kerecik bile olsa, tek bir şeyi tam olarak anlama deneyimi olan ve bilginin nasıl elde edildiğini gerçekten duyumsamış olan bir kimse, kendisinin hiç anlamadığı, sonsuz sayıda başka hakikatlerinde var olduğunu fark eder. Bize akıl, mantık ve algılama yetisi bağışlamış olan Tanrı, neden bunları kullanmaktan vazgeçmemizi istemiş olsun ki? Dünya yine de dönüyor…..(GALİLEO).
Padişaha İki Kartal Hediye Etmişler….
Biri bütün dünyayı, galaksileri, arşı dolaşıyor. Diğeri oturduğu daldan kalkmıyor …. günlerce kalıyor dalda… hangi bilimadamı gelse onu uçuramıyor… sonunda bir çoban geliyor… ve kartalı uçuruyor…. kartal hiç yere inmeden göklerde uçuyor… tüm galaksileri dolaşıyor ….
Bütün medrese erbabı çobanın sihirbaz olduğunu padişaha söylüyorlar…, şeyhül islam idam fermanı kılıyor…..Çoban idam sehpasında iken hanımı padişaha diyor ki: “ Yahu şu adamı bir dinle! Bakalım sihir mi yoksa bir yöntem mi uyguladı kocam!Padişah çobana soruyor…. Ne yaptın da kartalı uçurdun? Çoban diyor ki:” kartal dalda huzur içindeydi. İyi bir uçucu olduğunu anladım.Onun huzurunu bozarsam uçacağını anladım.Veeee ….. oturduğu dalı kestim …. Bunun üzerine padişah çobanı affediyor ve bu tuzakları kuranları cezalandırıyor….
Akademi oturma yeri değildir
Eski Çağ Akademilerinin Çöküşü Üstüne
Bir zamanlar çok büyük düşünce ve fikirlerin doğduğu, icat ve keşiflerin yapıldığı o muhteşem akademiler; binlerce Tanrı heykeli mamul eden karanlık zihinliler, bu Tanrı’lara çeşitli uydurma görevler vererek hiçbir kafa ve kol emeği harcamadan sayısız aldatmalarla halkı kandırıp keyiflerini logaritmik tarzda artıran put/rahip/kral/gladyatörlerden ibaret şeytan pramitlerinin tekelinde emeği sömüren zihniyetlerin eline geçti. Vehim aklı, şehvet iradeyi, bencillik adaleti, hevesler vicdanı esir aldı. Şeytan piramidinin karanlık zihinleri böylece putlaştırdıkları Tanrı’lar adına çeşitli sistemler kurarak aklın, vicdanın, gönlün, iradenin…. Düşmanı oldu ve halkı kendilerine kul ettiler. Kendileri dünyade lüx içinde yaşarken sömürdükleri halka da toprağın altındaki lüx hayatları vaad ettiler. Sonra filozofların ve peygamberlerin başlattığı uyanış hareketleri ile bu şeytan piramidinin ürünü olan Tanrı’ları keşifle ateist, kendilerini yaratan Tanrı’yı keşfederek deist oldular. Bu nedenle zalim şeytan piramidinin mensuplarına göre kafir ilan edilerek zincire vuruldu, çarmıha gerildi ve yakıldılar. Bu dönemde peygamberler ve filozoflar halkın imdadına yetişti… Bu durum hem ilkçağ akademilerinin sonunu getirdi hem de şer piramitleri toz duman içinde tarih oldular.
Arş’taki Akademiler Üstüne: Bu kısımda Hint/Çin/Avrupa…. Mitoloji/Felsefelerinden harmanladığım ama en çok etkilendiğim Keşmirli bir bilgeden dinlediğim Hint Mitolojisine ait bir bilgilerle sizleri aydınlatmaya çalışacağım.
Beynin ve Aklın Yaratılışı
”Kainatın nasıl, ne zaman ve niçin başladığını; nasıl, ne zaman ve niçin sona ereceğini asla bilemeyeceğiz. Zira, bu büyük ve eski kitabın başı ve sonu kayıptır” (Sadi)
”Tabiat, beyincik ve omurilik gibi beslenme ve üremeyi pek ala devam ettiren oluşumlar varken düşünme gibi zor bir işlevi yöneten ve yürüten beyin kabuğu bayin kabuğunu var etme zahmetine neden girmiştir”…Penrose
‘’Tanrı zar atmaz’’ Einstein
Tanrı sonsuz çeşit zar atar. Kudreti sonsuzdur. Her zar ikilisine karşılık gelen sonsuz sayıda varlık dizayn eder….DADA
Brahman, Hint felsefesi geleneğinde, hem içkin hem de aşkın olan, hem evrende ve hem de kendisinde var olan en yüksek varlığa kendisiyle birleşmenin nihai ve en yüksek hedef olarak addedildiği dünya ruhudur. Hint felsefesi coğrafi yakınlık nedeniyle çin felsefesi ile ortak nüanslar taşıdığından geçmişi ve geleceği değil yalnızca “şu an”ı esas alır ve Brahman’ın her zerrede var olmasından dolayı insan ruhunda da “öz”ün (tanrının) var olduğunu ve tüm olaylarda onun eserinin bulunduğunu öne sürer. İnsanın içinde bulunduğu evrenden soyutlanmadan onun bir parçası olduğu düşüncesini içselleştirdiğinde “Brahman”la bir olacağını savunur (Vikipedia).
Brahma zaman ve mekan yokken Nirvana saraylarında kendisi gibi düşünenlerden bıktı. Farklılıklar oluşsun diye evreni, ruhu ve aklı yarattı. Her canlıya farklı bir yazılım ve donanım yükledi. Kendini update edemeyenleri fabrika ayarlarına geri döndürerek onları yeniden dizayn etti. Bu dizaynizasyon sırasında tüm varlıklar hakikati anlasın diye bazılarını eski bazılarını geri modellere çevirdi. Rivayet olunur ki, bu yaratılış hikayesi şöyle gerçekleşmiştir.
Bu yaratılış olayı olay Himalaya’ların zirvesinde eski Hint Tanrıları meclisinde cereyan eder. Baş Tanrı Brahma, bir önceki hayatında kötülük ve iyilik ve kötülük yaptığı nedeniyle yeniden dirilteceği ruhları müstehak olduğu şekilde aşağı sınıf varlıklara veya layık olduğu şekilde yukarı sınıf varlıklara terfi ettirecektir. Baş Tanrı çok fazla seçenek olduğu için neyi neye çevireceğine karar veremez ve Piçaka’ya sorar. Piçaka Brahma’ya zar atmasını söyler. Lakin Piçaka’nın niyeti Brahma’yı zor durumda bırakmaktır. Piçaka, Brahma’ya zarları getirir lakin Brahma zar atma işini Piçaka’ya bırakır.
Piçaka zarları hamur teknesine, sonsuza, dipsiz kuyuya, sonsuz zıplayıp asla yere inmeyecekleri bir zemine…. atar…… Piçaka zarları ışık hızıyla attı, zarlar enerjiye dönüştü…iş yine karıştı… Sonsuza attı ve zarlar yere inmedi…. Sonra öyle sert bir zemine attı kı zarlar sonsuza kadar zıplayıp durdu… Köşesi üstüne düşen zarlar sonsuza kadar döndüler…. Piçaka böylece işi belirsizliğe sürükleyerek kendi dediğini Brahma’ya yaptırır…. Brahma buna kızar ve yeni zar yapmasın ister. Ve Piçaka zarların yüzeyini irrasyonel sayılarla kaplar. Himalayalarda kıyamet kopar. Piçaka asi ilan edilir ve Nirvana meclisinden kovulur. Brahma da evreni yıkıp yeni bir evren yapmaya niyetlenir… Ancak hala bu irrasyonel zarlar ve hamur teknesi yüzünden yani bir evren inşa edilememiştir. Brahma o gün bu zarları hiç kimsenin asla arayıp bulamayacağı yer olan bulamayacağı yer olan herkesin kendi kalbine gömdü. Kimse kendi kaybını bulmak için dönüp kalbine bekmez. Tüm mahlukat o günü büyük bir ilgi ve heyecan içinde beklemektedir.
Nirvana’nın Kayıp Zarları
Brahma, bundan sonraki yaratılışlarda tesadüfe yer olmasın diye zarları saklamak istedi. Arş’ın tüm melek ve şeytanlarını, cinlerini topladı ve sordu:
Zarları nerede saklayalım?
Melekler: himalayaların tepeine gömelim.!
Brahma: Oraya zamanla çıkar bulurlar…
Şetanlar: Okyanusun dibine gömelim.!
Brahma: Oraya zamanla iner bulurlar…
Melekler: Himalayaların tepeine gömelim.!
Brahma: Oraya zamanla çıkar bulurlar…
Piçaka: Yakıp duman edelim.!
Brahma: Dumanı katı hale getirir bulurlar…
Budha: Herkesin kendi kalbine gömelim. Çünkü kimse kendi kalbinde keşfe çıkmaz. Ve Budha’nın dediği olur.
Akademiler ve Okey Hikayesi
Akademiler, personelinin okey taşları gibi istihdam edileceği yerler değildir.DADA
Çok eski çağlarda akıl ötesi çalışmaları nedeniyle akademiden kovulan ve sonra dönen Dadakrates nihayet akademiye geri döner. Bir gün akademinin üyelerinin oturduğu Olimpos’a çıkar… Olimpos’ta bir salonda akademi üyeleri Okey oynamaktadır. Dadakrates’i gören bir akademi üyesi onu bir şeyler içmeye ve okey oynamaya devam eder. Dadakrates okey bilmediğini belirterek masaya zoraki oturur ve ikram edilen çayı yudumlarken oyuncuları izler…. Bir zaman sonra değerli bir akademi üyesi sorar Dadakrates’e: ‘’ Anladın mı Dadakrates?. Dadakrates: ‘’Evet, anladım.! Sizin Olimpos’ta Tanrılar ve Lucifer ile birlikte her gün oynadığınız oyun’’ der. Akademi üyesi Olimpos’ta Istaka, zar ve taş olmadığını söyler. Dadakrates der ki: ‘’Biliyorum olmadığını! Ancak, Olimpos’a yeni eleman alınırken ilana çıkardığınız belgeler Istaka, müracaat edenler de taş. Ya sizinle aynı renkte olanları ya da renkleri farklı olsa da birbirinin ardışığı olanları istihdam ediyorsunuz. Bunlarla iyi puan kazanıyorsunuz. Lakin çok puan kazandıran taşlar yüzünden oyunu kaybediyorsunuz. Sizi attığınız taşlar kurtarıyor.’’ Dadakrates’in bu sözleri ile sadece salondaki oyun o gün için son bulur. Biz farklı renklere uyum yeteceğini kazanmalıyız…. Ne olursan ol, gel diyebilmeliyiz..…
Hiçbir Zaman Daha İyisi Kurulamayacak Olan Köy Akademilerinden Örnekler
Beyin yapısı ile fikir üretme kapasitesi arasında çok temel ilişkiler vardır. Beynin en önemli düşünme alanı olan angular girusta ne kadar fazla ve farklı nöron-glia hücresi varsa bilgi üretme kapasitesi de o kadar yüksektir. Ben burada sokak ve ev kedileri üzerinde yaptığımız kendi deney sonuçlarımdan müteşekkil bilgiler vereceğim.
Manda Hikayesi
1980’li yılların başındayız. Teyzem hastalanınca annem yaylaya çıktı. Manda ona sapılmadı. Ahcik köyünden Sabire teyze komşumuzdu. Ona durumu anlattı. Sabire teyze anneme, teyzemin elbiselerini giymesini söyledi. Annem teyzemin elbiselerini giydi ve mandamız sütünü böylece verdi. Hepsi de toprağa ekildi ve arşa uçtular. Ekmeklerini taştan çıkaran bu bilgeleri Tanrı sarayında misafir etmektedir, çünkü başka seçeneği yoktur. Biz hayvan dediğimi o muhteşem canlılarla uyum içinde yaşama yeteneğimizi geliştirmeliyiz….
Sokak ve Ev Kedileri Hikayesi
Beyin yapısı ile fikir üretme kapasitesi arasında çok temel ilişkiler vardır. Beynin en önemli düşünme alanı olan angular girusta ne kadar fazla ve farklı nöron-glia hücresi varsa bilgi üretme kapasitesi de o kadar yüksektir. Ben burada sokak ve ev kedileri üzerinde yaptığımız kendi deney sonuçlarımdan müteşekkil bilgiler vereceğim. Sokak kedileri ile ev kedileri arasında aşağıdaki farklar tesbit olunmuştur: Sokak kedisinin beyni daha büyüktür. Yüzeyel kıvrımları daha çoktur. Beyin kabuğunda ve derin beyinde daha çok hücre vardır. Beyin kabuğundan derin beyne inen lif sayısı, düşünce üreten sinir hücrelerinin sayısı, dalları ve dallar arası bağlantı daha çoktur. Görme işitme daha mükemmel, savunma sistemi daha güçlü, akciğer ve kalp daha güçlü, vucut daha sportif, beynin zevk alanları daha az gelişmiş, irade alanları daha güçlü, daha yaratıcı, daha serbest düşünceli, daha çok aydınlanmış, daha paylaşımcı, daha tasarruflu, daha iletişimli, tuhaf ama daha merhametli, daha dikbaşlı, daha asil ve hürriyetine daha fazla düşkündür. Biz tabiata geri dönerek beynimizin yazılım ve donanımı yenilemeliyiz….
Demirci Hikayesi
Eski Rusya’nın devrim karşıtı muhafazakar bir bölgesinde bir demirci dükkanında üzerinde orak-çekiç ve örs bulunan bir gazete parçası bulunur. Demirci bu hadiseyi suç sayan muhafazakarlar tarafından sorguya çekilir. Demirci; kendisinin örs, çekiç, orak, nal, mıh imal ettiğini; bu gazetelere nal, mıh… koyup köylülere verdiğini, bunların aslının bulunduğu ve imal edildiği bir mekanda resimlerinin bulunmasının aklen ve vicdanen suç sayılamacağını söyler. Aslında orakta da hilalin şemailin bulunduğunu, bu hilalin köylüler elinde toprağa secde ederk rızık ürettiğini ifade eder. Ve bu beyanatı sorguçların çok hoşuna gider ve demirci ödüllendirilir. Biz gıda üretiminin en yüce araçlarından olan oraktaki hilallerle de (Orağın ağzı Hilal gibidir) yaşamaya kaybettik ve gıda bulamaz duruma geldik. Suçlu kendimiziz. Dışarda aramayalım. Üretmeye başlamalıyız. Bayrağımızdaki hilal devlet ve milletimizin milli manevi yazılımının, orağımızdaki hilal ise maddi donanımımızın butonudur, anlayalım. Tabiatın kendisi en büyük laboratuvardır….
Orak Hikayesi
Köyde bir buğday tarlasını biçmek için ırgat toplamıştık. Annem sabah tarlaya yemek getirdi. Tarlanın yakınında bulunan ceviz ağacının altında oturduk. Annemin getirdiği heybeleri açtık. Tere yağında kızartılmış böreklerin bulunduğu kabı açınca gazetelere sarılmış börekleri çıkardık. Gazetede orak-çekiç-örs resmini gören bir abimiz gazeteyi yaktı. Oyca biz daha şafak atmadan ot-ekin biçmeye gederken çantalarımızda her gün orak, çekiç ve örs taşırdık…. Simge ve sembollaerle değil işin aslı ile uğraşalım….
Peynir ve Maya Hikayesi
Yaylalarda bir teyzemizin sütleri her gün çürürdü ve peynir çıkmazdı kazandan…Gümün birinde yaylada iyi peynir yapan bir başka teyezden yardım istedi. Onu çağırmaya yollandım. Şiddetli yağmurun habercisi olan şiddetli bir fıtına vardı Kaçkar yakınındaki yaylamızda… Teyzenin ekin biçtiği tarlaya gittim. Tek başına ekinleri bağ yapıyordu. Ona yardım ettim işini hızlıca bitirdik ve eve döndük. Çağrılan teyze çağıran teyzeyi işe davet etti. ‘’Haydi Bacı, peynir yapmaya başla…’’ dedi. Teyzemiz süt kazanına yaklaştı ve tadına baktığı sütten yaklaşık 250 cc alıp tavaya koydu ve güzel bir peynir numunesi çıkardı. Tam puan almıştı. Sonra kazanı ocağın üstüne koyup sütü ısıtmaya başladı. Belli bir ısı derecesine gelen sütü parmağı ile test ettikten sonra kazana mayayı kattı. Ve süt yine çürüdü, tel peynir olmamıştı. Çağrılan teyze çağıran teyzeye dedi ki: yarın beni yine çağır…
Ertesi gün aynı saatlerde teyzeler aynı evde buluştu. Çağıran teyze sütün tadına baktıktan sonra 2500cc sütü tavaya koydu ve işleme başladı. Çağrılan teyze dışardaki hava givi gürkledi ve dedi ki: ‘’Bacım, tavaya neden maya katmıyorsun?’’. Sır çözüldü. Tavaya da maya katıldı, Peynir olmadı. Kazana tadına baktıkları sütten eklediler. Deneyler ve asıl eylem çok olumlu sonuçlar vermişti…. Biz bilgi mayasını üretelim…
Araba Tekeri Hikayesi
Köyde çam ağacından yapılan kağnı tekerleğinin dışına demir bir halka geçirilirdi. Halkayı önce geniş bir ateşte kızıl kor haline gelinceye kadar ısıtır, onu demir kıskaçlara takarak tekerin etrafına giydirirken çok büyük alev eve duman çıkarı. Alev su ile söndürülürken genişlemiş olan tekerin çapı da daralır, nar halindeyken kendi açtığı oyuğa bir daha çıkmamak üzere yerleşirdi. Biz ağır yük altında inleyen kağnı tekerlerinin müziğini dinleyelim…
Çayır ve Tarlalardaki Gauss Kuralı
Ekin ve ot bağları yağmur, fırtına ve yabani hayvanlardan korunsun diye tığın yapılırdı. Bağ sayısına göre yığın tasarlanırdı. Diyelim ki, 15 adet bağ var. Bir hesap yapardık ve en alt sıraya beş tane olmak üzere ardışık olarak bağları yığardık. Kural en alta beş tane olmak üzere: 5+4+3+2+1 olarak yığın yapılırdı. Ortaokulda bunu Gauss kurakı olarak öğrendiğimizde hiç yabancılık çekmemiştim, Biz tabiat okullarını terkederek beynimizin hard disk kapasitesini ve RAM gücünü artıralım…
Harman Savurma İşi
Harmanlardaki saman rüzgara karşı atılırken en yakına taşlar, sonra tahıl tohumları olmak üzere tüm partiküller kendi hacim yoğunluk ilişkisine göre yarı Gauss eğrisi yapacak şekilde yığınlaşırdı…. Biz natürel aydınlanmaya geri dönelim…
Ekin Yıkama
Annem buğday ve arpaları adına kurun dediğimiz tahadan yapılmış uzun prizmalarda su bağlayarak yıkardı. Orada da samanlar gider, tahıl taneleri biraz ileri akarken taşlar altta kalırdı. Böylece karışımları çözerdi. Ekmek teknemizi kendi ürünlerimizle dolduralım…
İşini Sağlam Yapma
Komşu köyde bir kişi gece vakti peşinde gezdirip beslediği koç kaçmasın diye çayırda söğüt ağacına bağlıyor ve kendisi uzaktaki bir tarlaya ekin biçmeye gidiyor. Sonra koçun sesini işitince geri geliyor. Ve koçun parçalanarak öldüğünü görüyor. Ayı parçalamış. Eğer koç bağlanmasa idi kaçıp kurtulabilirdi. Biz doğru işi yapmayı, doğruluğu tartışmalı işimi doğru yapmaya tercih edelim. Hiçbir teoriye katolikçe bağlı kalmayalım.
Koçların Dövüşü
Biri boynuzlu, diğeri boynuzsuz iki koçumuz vardı. Ağılda onalara katım zamanı arpa, buğday… yedirirdik. Bir gün babam arpa tenekesini ağılda orta yerde bırakmıştı. Ben de yeni genç oluyorum. Koçlar bazen bizi kellelediği için onlara yaklaşamaz bölmeliklerin üstünden onlara yem, su verirdik. Boynuzsuz koç bulunduğu bölmeden atlayarak kafasını rahatlıkla tenekeden sokup arpaları yemeğe başladı. Daha semiz olan boynuzlu koç ta bölmeden çıkmış ve arpa tenekesine boynuzları nedeniyle kafasını sokamadığı için arpanad nasibini alamadı. Bize boynuzlu koçun boynuzsuzda hakkı olduğu söylenmişt. Ama burada boynuzlu koç hak elde edememişti. Hakkın kimde olduğunu analiz eden bilgeliğimizi geliştirelim.
Aklın ve Tanrı’yı anlamanın ilk anahtarı sezgidir. Sezgi, sonsuz bilginin kaotik ve karanlık sanılan uzayında beslenen duyu ve bilgi kartallarının yuva olarak kullandığı zincirsiz beyin kıvrımlarına bıraktıkları yumurtalardır. Sezgi bilinmeyenin karanlık tarafını keşfeder. Bu yumurtalardan ancak ve ancak aklı hür, fikri hür, vicdanı hür olanl dahiler kuluçkaya yatarsa yeni kartallar çıkarabilir. Millet olarak kartal olduğumuzu hatırlayalım….
Mevcut Bilimlerin Paleo/Novo/Futurolektiği
Psikoloji yasaları, mehtapla aydınlanmış karanlık bir gecede üzeri buzla kaplı beyin dağlarına mehtabın yansıyan ışığını klavuz edinerek tırmanır, bu nedenle sürekli yön değiştirir ve zirveye hiçbir zaman çıkamaz. Laboratuvarcı sinir bilimci ise bu beyin dağlarının altından girer ve zirveye giden dikey bir tünel açar ve beyin dağlarının üstünü örten buzdan habersiz olarak zirveye çıkar, lakin kazdığı tünel kapanır. O da asla aşağı inemez. Nöroloji yasaları eriyen buzullardan akan ırmakların kenarında oturarak içinde beyin parçalarını taşıyan ırmağı seyreder. Psikiyatri bilimi bu ırmağın nereden gelip nereye gittiğini araştırmak için ırmağın akış hızını, yüzey şekillerini, kıvrımlarını ve şelalerini izler. Felsefe buzların beyni neden örttüğünü, buzların neden eridiğini ve bu ırmağın gideceği denizi düşünür. Patolog buz kristalleri ile donan beyin arasındaki ilşkileri inceler. Mühendislik bilim dağların, derelerin ve denizlerin morfolojilerini belirleyen köksüz denklemler dizayn eder. Hukukçu bu bilimciler arasındaki uyuşmazlıkların sosyal nedenlerini arar. Siyasal bilimci dağların denizlerin ve ırmakların yansıttığı renklerden ve seslerden anlam çıkarır. Tapınak takımı ise bütün bu olayların nedenlerini büyük güçlere atfederek düşünme işini kutsala bırakır ve onun adına topladığı ürünleri onun adına sahiplenir…..
Dağların Akademisi
Bir bayram günü…
Şehirde genellikle üreten bulamayınca …
Dağlara çıktım…..
Çoban Zerdüşt ve,
Otları ete ve süte çeviren aziz ve yüce canlılara rastladım.
Onlarla bayramlaştım.
Sordum Zerdüş’te:
Ne yaparsınız bu dağlarda….?
‘’Size süt ve et üreten seyyar et ve süt fabrikalarıyla beraber,
Çiçekleri, ırmakları tavaf ederiz…
Sizin için canla başla ot toplayıp,
Dilinizde inek olarak adlanan bizler
Yediğimizi ete, süte çeviririz,
Lakin, lüx evlerinizde bunları tüketen sizler
Bunu anlamazsınız…. Çekilin yolumuzdan… ’’
Ve utanarak çekildim yollarından….
Kabul edilmeyen özrümü diledim…
İşte böyle buyurdu;
Dağ akademilerinin işçileriyle,
Çobanların en yücesi Zerdüşt….
DADA
Zerdüşt’ün Ömrüyle Hasbihali
Kendi de bir eski akademide
Muhteşem akademisyen olan Zerdüşte,
Sordum, anlattı ömrüyle hasbi halini…
Sordum, neden bu dağlara göç ettin…
Dedi hep ve hiçi kavrarım diye….
Brahman’a kul olmaktan kurtulup…
Ona çırak olma ümitleriyle….
Dolup taşan bir deliye dönmüştüm….
Ellerimden kaçıp giden ömrümde….
Hicranımı atom, atom; hücre, hücre bölüştüm…
“Yörüngeden çıktı….” sanıp dünyayı….
Sonsuz bir öfke ve sonsuz bir aşkla…
Rotasına koymak için baş üstüne taşıyan…
Herkül’leri omuzlayan bir Herkül’e dönmüştüm..
Sanmıştım bu bomboş karanlıklarda
Yolunu kaybedip sapan Herkül’dür …..
Eğer ki rotaya girerse dünya…..
Gerçekleşir o gün bin yıllık rüya…..
Düşlerin fatihi olmuştum güya….
Herkülleri kutsayacak bir Zeus’a dönmüştüm
Parlar sandım o gün sönen yıldızlar….
O gün gider sandım tüm karanlıklar….
Biter sandım o gün tüm ayrılıklar….
Adalet, hakikat tecelli eder
Keder, gam, hicranım kaybolur gider
Ümidiyle açan güle dönmüştüm
Derken parçalandı birden sonsuzluk…
Ve yuttu …. elimde ne varsa …. yokluk….
Tutmuştu yakamdan, kopan kıyamet…..
Bir karanlık çıkıp karanlıklardan….
Dedi karanlıktkta görmek marifet….
Aydınlığı kovalayan bir Aşil’e dönmüştüm….
Değişti bir anda tüm gerçeklerim
Anlamıştım, eşim, dostum…ailem..
Ömrümdeki en muhteşem, en nadide nimetim
Boşunaydı Herkül’lüğüm, Aşil’liğim,
Boşunaydı Zeus’lama ömür boyu zahmetim
Bu hal üzre beni yakan gafletimden uyanıp,
Kızıllığı tükenmiş sönmüş ocakta….
Anka’sını kendisinden dirilten küle dönmüştüm…
DADA
1 yorum
Sevgili Mehmet,zevkle sindire sindire okudum.Çok beğendim zaman zaman düşündüm,bahsettiğin kişiler hakkında yeni bilgiler edinmeye çalıştım.Hikayelerle verdiğin mesajlara hayran kaldım.Teşekkürler iyiki varsın iyiki senin öğretmenin olarak seni tanımışım.Selam ve sevgiler.