“İnsanlık tarihinin son 3000 yılının en şımarık çocuğu kimdir?” sorusu öyle zannediyorum ki çoğunluk tarafından “Yahudiler” şeklinde cevaplanacaktır. Tanrı’nın rahmetinin bir tecellisi olarak Milattan önce 1000’li yıllarda Hz. Musa vasıtasıyla Firavun’un (Mısır’ın) zulmünden kurtarılarak kendileri için kutsal addedilen topraklara doğru yola çıkartılan Yahudiler, ne yazık ki daha bu yolculuklarını tamamlamadan esaretten kurtarılma nimetini unutarak Yaratıcı’nın cezasını celb edecek davranışlar sergilemeye başlamışlardır. Hâlbuki bu süreçte Allah, Firavun’un esaretinden kendilerini kurtaranın Rableri YEHOVA (kendisi) olduğunu peygamberleri Musa aracılığıyla onlara hatırlatmış ve önemli buyruklarını da ulaştırmıştır. (Çıkış, 20: 2-17 ve Tesniye 5: 6-21) On Emir olarak tarihe geçen ve her biri birbirinden değerli olan hatta son vahiy Kur’an’da da tekrarlanan (İsra, 23-39) bu buyrukların altıncısı “Katletmeyeceksin!” emridir.
Kendilerini esaretten kurtardıktan sonra bile Rab Yehova, Yahudilere nimet sunmaya devam etmiştir. Bin yılı aşkın bir süre boyunca içlerinden peygamberler görevlendirmek suretiyle onlara rehberlik etmesi, onları yanlış yoldan doğru yola sevk etmeye çalışması Allah’ın Yahudilere olan nimetinin en önemli yansımalarındandır. Ayrıca bu durum, Allah’ın bütün yarattıklarına rahmetiyle muamele etme şeklindeki şiarını ayırım yapmadan işlettiğinin hatta Yahudilere biraz da torpil geçtiğinin en önemli göstergelerindendir. Buna rağmen Allah’ı “Öfkeli Tanrı, Cezalandıran Tanrı” olarak nitelendiren de onlar olmuştur. İçlerinden sürekli peygamber görevlendirilmesini bir fazilet hatta bir üstünlük alameti olarak değerlendirip insanlığa yutturmaya çalışanlar da onlar olmuştur. Hâlbuki bir milletin içinden -bırakınız sürekli peygamber görevlendirilmesini- bir defa bile görevlendirilmesi bile o milletin üstünlüğünü değil zelilliğini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede son peygamberin Arap toplumundan görevlendirilmesinin, o toplumun gaflet ve dalalet içerisinde olmasıyla ilişkilendirmesi dikkatlerden kaçmamaktadır (Yâsîn, 6; Cuma, 2). Binaenaleyh, Bakara suresinde değişik vesilelerle Yahudilere iki defa hatırlatılan “nimet ayetinin” (Bakara, 47 ve 122) Müslüman müfessirlerin ekserisi tarafından yanlış anlaşıldığına ve maalesef Yahudilerin üstünlük teorisini destekler mahiyette tefsir edildiğine de dikkat çekmek isteriz. Zira ayet zannedildiği gibi “Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.” manasına değil, “Ey İsrâiloğulları! Size olan nimetimi ve (peygamber görevlendirmek için) milletler arasından sizi seçişimi/tercih edişimi hatırlayın!” anlamına gelmektedir. (Ayrıca bkz. Mâide, 20; Duhân, 32)
Tanrının kendilerine bu kadar iyi davrandığı ve rahmetiyle muamelede bulunduğu bir milletin (tamamının olmasa da büyük çoğunluğunun) 3000 yıldır insanlığın başına belası olması anlaşılır bir durum değildir. Bu şımarıklıkları milattan önce 6. yüzyılda ortaya Babil Kralı II. Nabukadnezzar’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mabedini (Birinci Mabed) yıkması ve Yahudileri 60-70 yıl süren bir sürgün hayatına mahkûm etmesi sonucunu çıkarmıştır. Ardından toparlanmaları ve şımarıklıklarına devam etmeleri milattan sonra 70 yılında Romalı Titus’un Kudüs’ü işgal edip ikinci Mabed’i yıkması ve Yahudileri tekrar dağıtmasına yol açmıştır. Milattan sonraki 2000 yıllık süreç içerisinde yaşattıkları ve yaşadıkları da hatırlandığında Allah’ın Yahudilere yönelttiği “dönerseniz dönerim!” tehdidinin miadının dolmadığı ve tekrar tekrar vuku bulacağı anlaşılmaktadır.
Tanrı’nın “Arz-ı Mev’ûd” ya da “Arz-ı Mukades” va’dini yanlış te’vil edip -ki köşe yazarlarımızdan Yusuf Suiçmez’in de ifade ettiği gibi va’dedilmiş topraklar inancı Hıristiyanlık, Hint ve Budist akidesinde de mevcuttur- mevzubahis toprakları kıyamete kadar kendilerinin yaşaması gereken alanlar olarak değerlendiren ve buna iman eden Yahudiler, tarih boyunca söz konusu topraklarla ilgili planlar yapmış, sözde va’dedilmiş toprakları kendi hâkimiyet alanlarına dâhil edebilmek için üzerlerinde yaşayan milletleri sürekli rahatsız etmiş hatta bir devlet olarak ortaya çıktıkları 1948 yılından bu yana fırsat buldukça o topraklar üzerinde yaşayanlara saldırmış ve günümüzde olduğu gibi katliam yapmaktan da geri durmamışlardır. Bu davranışları, Tanrı’yı doğru anlayamadıklarını, daha net bir ifade ile anlamak istemediklerini, O’nun tehdidini umursamadıklarını ve adeta Yehova’ya meydan okuduklarını da göstermektedir. Hâlbuki Tanrı’nın, peygamberleri vasıtasıyla Yahudilere tebliğ ettiği hususlar oldukça açık ve nettir:
“Tanrınız olarak benim sözümü dinlerseniz, Ben’den başkasına (şeytan ve avanesine) kulluk etmezseniz, insanca yaşarsanız, diğer milletlerle güzel ilişkiler kurarsanız, insanları haksız yere öldürmezseniz… size nimetler ikram etmeye, sizi huzur ve güven içerisinde yaşatmaya, malınızı-mülkünüzü ve neslini artırmaya devam ederim. Yok eğer bunlardan vaz geçer ve tam tersini yapmaya yönelirseniz o zaman ben de tavrımı değiştir sizi cezalandırmaya yönelirim.” İsra suresinin 8. âyetinde ifade edildiği gibi “Siz dönerseniz Ben de dönerim! / وَاِنْ عُدْتُمْ عُدْنَا ”
Tabi burada önemli olan husus Tanrı’nın dönüşünün nasıl tecelli edeceği ve zulmeden Yahudileri ne şekilde cezalandıracağıdır. Bu noktada günümüz Müslümanlarının büyük çoğunluğunun algısı -ki bu çok zayıf ve vahiylerle örtüşmeyen bir bakış açısıdır- Allah’a dua etme ve bu dualar sonucunda Allah’ın ya bir musibet ya da bir millet vasıtasıyla zalimleri cezalandırması umudu şeklindedir. Kısacası umut tacirliğiyle ömürlerini tüketmeye ve birbirlerini avutmaya, adına da “Hak Din / İslam” demeye devam etmektedirler. Bu noktada Müslümanlar’ın Tanrı’nın kutsal kitaplardaki söylemlerini dahası son vahiy Kur’an’daki paylaşımlarını doğru anlayamadıklarını da fark etmek durumundayız.
Zira Allah Kur’an’da yeryüzünü bir amaç için yarattığını haykırmakta ve o amacı da yaratmış olduğu insanı “imtihan etme” şeklinde ifade etmektedir (Bkz. Mulk, 2; Câsiye, Sâd, 27; 22; Enbiya, 17-20). Bu imtihan içerisinde Allah’ın insandan beklediklerini, insanın Allah’tan beklemesi ve istemesi ise çok büyük bir çelişki olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Allah Mü’minlerden “yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla / zalimlerle mücadele etmelerini ve onları kendileri vasıtasıyla cezalandırmak istediğini” dile getirmektedir. (Tevbe,12-16) Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Muhammed de “Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse kalbiyle değiştirme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” buyurmaktadır(Müslim, İman 78). Allah’ın ve Peygamber’in söylemleri ortadayken Müslümanların hala yeryüzünde yaşanan zulümler için Allah’ın kendilerinden beklediği eylem yerine duaya yönelmesi, Hz. Muhammed’in hadisinde ifade ettiği “el / güç kullanma” aşamasına geçememiş olması, onların zayıf mü’min aşamasından güçlü mü’min aşamasına terfi edemediğinin bir tezahürüdür. Bu durumun asırlardır böyle devam etmesi ise ciddi anlamda düşündürücüdür. Bu noktada “1,5 milyar İslam dünyası 8,5 milyon İsrail için Allah’tan Ebabil bekliyorsa, Ebabil geldiğinde İsrail’i değil Müslümanları taşlar!” değerlendirmesinin ne kadar manidar olduğu da dikkatlerden kaçırılmamalıdır.
Bu durumda biz Mü’minler Allah’ın istediği kalitede ve düzeyde insanlar olabilmek için çok daha fazla çalışmak ve çabalamak zorunda olduğumuzu ne zaman anlayacağız! Zalimlerin ekonomik ve askeri açıdan bu kadar güçlü olduğu bir dünyada neredeyse mü’minlere uyku haramdır desek yeri değil midir? Tembellikle, ataletle ve ahkâm kesmekle Allah’ın rızasına ulaşamayacağımızın farkında olmak durumundayız. Sadece namazımızı kılarak, orucumuzu tutarak Allah’ın istediği müminler olabileceğimiz yanılgısından da kurtulmalıyız. Kıldığımız namazların ve tuttuğumuz oruçların takva şuurumuzu güçlendirmesini ve bizi çok daha fazla çalışarak salih amel üretenler zümresine terfi ettirmesini gerçekleştirmeliyiz. “Namazına, Kur’an’ına karışan mı var, kıl namazını, oku Kur’an’ını” değerlendirmesine, “Kıldığım namaz, okuduğum Kur’an bana zalimlerle mücadele etmemi, onları engellememi emrediyor!’” mukabelesinin tam da bu boyuta dikkat çektiğini fark etmeliyiz. Zira Kur’an’ın namazın kılınması değil, “أقيموا” tabiriyle kalitesi üzerinde durduğunun da farkında olmalıyız. Yoksa rastgele kılınan namaz, Mâûn suresinde dile getirildiği gibi müşriklerin tanrıları için yaptıkları tavafları (salât) gibi anlamsızlaşacaktır. Diğer taraftan Allah’ın insanlara, rızasına nail olma reçetesi olarak “iman ve salih amel” formülünü verdiğini de görebilmeliyiz. Bu formül, “iman”dan sonra mü’minin en önemli vazifesinin “amel/çalışma” olduğunu ortaya koymaktadır. Çalışma ise Allah’ın “Cinleri ve insanları benim için çalışsınlar diye yarattım.” buyruğuna rağmen maalesef mü’minlerin en zayıf olduğu, hatta ıskaladığı bir imtihan vasıtası olarak karşımızda durmaktadır.
Bugün dünya üzerinde yaşanan zulümlerin durmasını, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımın sona ermesini ve yarın başka zulüm ve soykırımların yaşanmamasını istiyorsak, dahası bu düşüncemizde samimi isek, yapabileceğiz en önemli işin çalışmak ve işimizi en güzel şekilde yapmak olduğunu hatırımızdan çıkarmamalıyız. Müslüman toplumlar Allah’ın kendilerinden beklediği çalışma görevini, imanlarına yaraşır güzellikte faydalı işler yapma vazifesini icra ettiklerinde üretecek, kazanacak, güçlenecek, son teknolojiyle donatılmış orduya sahip olacak, kısacası ma’mur bir toplum olarak yeryüzünde zalimlerin hamle yapmalarının önünü kapatacaktır. Bu çerçevede cihadın en önemli boyutunun da savaşmak değil, savaşa giden yolları kapatmak olduğunu hatırla-t-malıyız. Savaşa giden yolların kapanması ise ifade ettiğimiz gibi çok çalışıp güçlü olmaktan geçmektedir. Bu bağlamda İsrail’in önceki başbakan ve cumhurbaşkanlarından Şimon Peres’in, kendisine sunulan “Kur’an-ı Kerim’de sizin devletinizin yıkılacağından bahsediliyor” değerlendirmesine “Kur’an’da bahsedilen Müslümanlar gelsin, o zaman düşünürüz!” mukabelesinde bulunması da ciddi anlamda düşündürücüdür!
5 yorum
Ayrıca bu durum, Allah’ın bütün yarattıklarına rahmetiyle muamele etme şeklindeki şiarını ayırım yapmadan işlettiğinin hatta Yahudilere biraz da torpil geçtiğinin en önemli göstergelerindendir.
Torpil geçmiştir ifadesinden önce “adeta” veya “tabiri caiz ise” ifadelerinin eksik kaldığını sehven unutuldugunu düşünüyorum.
Hâlbuki bir milletin içinden -bırakınız sürekli peygamber görevlendirilmesini- bir defa bile görevlendirilmesi bile o milletin üstünlüğünü değil zelilliğini ortaya koymaktadır…
Muhteşem bir ifade Zeynel hocamızı tebrik ederiz
Allah razı olsun kardeşim..Yahudileri ve buradan çıkış yolunu çok iyi bir şekilde ortaya koymuşsunuz.
Teşekkürler değerli hocam
İnşallah daha çok kişi kendi adına çıkarılması gereken dersi çıkarır.