Neticede, merkezde insanın olduğu bir evren anlayışı üzerine inşa edilmiş dünyada ve onun egemen zihniyetinde yaşamaktayız. Böyle bir dünyada Tanrı yeniden konumlandırılırken, Tanrı-insan ilişkileri de bir başka şekilde inşa edilmektedir.
İnsan öyle bir varlıktır ki, kendi gerçekliği ve konumuna bakmadan özgül ağırlığının çok ötesinde iddialarda bulunarak tarih boyunca hep Tanrı’nın yerine ikame olmaya çalışmıştır. Kur’an-ı Kerim, insanı ilk inen surelerden itibaren “istiğna” yani kendi kendine yeterlilik duygusu konusunda uyarır. Firavun saltanatının gücüne dayanarak “sizin en büyük ilahınızım” diyecek cüreti göstermişti. Nemrut ise cirmine bakmadan “ben de yaratır ve öldürürüm” diyebilmişti.
İnsanın bu niteliği değişti mi? Tabii ki hayır! Bugün de dünya nüfusunu yeniden dizayn etmekten tutun da, tüketim ve propagandalarla hipnotize edilmiş ve postmodern faşizan yöntemlerle kontrolü sağlanmış ülkeler ve insanlar öngörüyorlar. Tanrı’yı olabildiğince baskıcı bulanların, insanın bedenini ve daha da kötüsü ruhunu teslim alan bu faşizanlıkların hala farkına varamaması, varsa da teslim olması bana oldukça ilginç geliyor. Tanrı’ya teslimiyeti özgürlükleri önünde engel görenler, tarihin garip tecellisidir ki, postmodern faşizme beden ve ruhlarını hemen teslim ediyorlar. Ben her zaman Allah’ın merhameti ve lütfunu tercih etmişimdir. Çünkü insan oldukça acımasız; bunu küresel sisteme bakarak çok iyi anlayabilirsiniz.
Burada bir noktayı açıklığa kavuşturmalı, insanın istiğnası ile yetilerini keşfederek onları üst seviyede geliştirmek arasındaki ince farka işaret etmeliyiz. İnsan, sınırları olan fani bir varlık olup kendi mahiyetinde (tabiatında, hakikatinde) olmayan, kendine yeterlilik duygusu kazandığında ilahlık iddia etmeye kadar varan bir pozisyonda konumlanmaktadır. Halbuki ne kadar güç elde ederse etsin, neticede insanın kaderi Tanrı’yla bağlantılıdır. İlahlık iddiasının öteki ucu insanın yetilerini geliştirmeksizin her şeyi Tanrı’ya havale etmesidir. Beklenen ise insanın yetilerini en uç boyutlarına kadar geliştirmesidir.
Kant’çı anlamda meseleye yaklaşırsak, modernlik eşyanın metafizik kısmıyla ilintili olmadığını beyan ederek Tanrı’ya ve dine ilgisiz bir felsefe üretti. Fakat giderek bu dünyaya saplanıp kalarak metafizik kısmı yok saydı. İşin ilginç tarafı, bunu yok sayınca olmadığını düşünmesidir. Tanrı’dan istiğna halleri de işte bu boşlukta üremektedir. Din ve vahiy en azından bu boşluğun doldurulması noktasında önemli idi. Fakat 20. Yüzyıl’ın ortasından itibaren yok sayılan, görmezden gelinen bu metafizik bir şekilde kendi varlığını insan ve toplum hayatına işaretler vererek gösterdi.
Postmodernizm, bu metafiziği yok sayamadığı gibi daha da ileri giderek mistik boyutları baskın, seküler bir metafizik üretmiştir. Böylece, içinde yaşadığımız çağda mitik ögelerin ağırlığını koyduğu bir hayatın içindedir insanlık. Öyle ki, metafiziği olmayan bir metafizikle (yani seküler metafizikle) biyolojik ihtiyaçları ve arzuları peşinde eyleyen bir insanın yaratımı söz konusudur postmodernlikte. Aynı şekilde, bu hayat ve auraya uygun Tanrı anlayışı da inşa edilmektedir. Tanrı artık postmodernlikte insana yükümlülükler yükleyen, yukarıdan buyuran, iddialı cümleler söyleyen, yasaklayan, mübah kılan niteliklerle değil neredeyse insanla muhabbet eden, tarihin içinde insanla beraber ve insanın öğürü bir varlık haline gelmektedir.
İşte Tanrı-insan ilişkisinin yeni çerçevesi bu şekilde belirmektedir. Tanrı ve insanın konumlarının değiştiği bu yeni durum, çok boyutlu olarak insanın Tanrı’ya ayar çektiği bir zemini de inşa etmektedir. Bu minvalde, içinde yaşadığımız zaman diliminde üç önemli semptoma dikkat çekmek istiyorum ki, bunların hepsi bir şekilde postmodern auranın yansımaları olmaları anlamında birbirleriyle ilintilidir.
Birincisi, özellikle Walsh’ın “yarının Tanrısı” olarak tanımladığı postmodern Tanrıdır. Walsh’a göre, “yarının Tanrısı senin bir şeyler söylediğin değil, birlikte konuştuğunuz bir Tanrı olacak.” (s. 137) “Tanrı’nın insan davranışlarına ilişkin bir tercihi yoktur ve yargılama yapmaz.” (s. 120) “Yeni Ruhanilik günlerinde dinler, tüm cevapların kendilerinde olduğunu düşünmeyi bırakacaklardır.” (s. 223) “Yarının Tanrısı hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve insanlardan bir şey beklemez.” (s. 173) “Değişim için en kutsal varsayımlara meydan okuma gerekir” (s. 113) Bu çerçevede “eski Tanrı barışı sağlayamadığı (s.14) gibi insanlığın da en büyük yıkımıdır.” (s. 76)
İkincisi, farkında olunsun ya da olunmasın, bir şekilde İslam’ın tarihi ve temel umdeleri konusundaki yapısökümcü okumaların bir inşa olmadan hızlanması ve yoğunlaşması, özellikle küreselleşme gibi belirsizliklerin yoğun olduğu ve post-truth ile her şeyin kuşkulu hale getirilmeye çalışıldığı bir süreçte, kitleleri üzerinde uzlaşma sağlayabileceği metin ve unsurlardan mahrum kılarak ortada bırakmaktadır. Diğer yandan, sanki bugün insanlığı felaha ulaştırmış gibi Tanrı’dan azade kılmaya çalışan ve bugünün kavram ve zihniyetini merkeze alıp sanki bunlar insanlığın nihai hakikatiymiş gibi Tanrı’ya ayar çekmeye çalışan bir zihniyeti de görmekteyiz.
Üçüncüsü, ilk ikisinin de etkisiyle bugün kimi islami yorumlarda Kur’an lafızlarına bakarak, Tanrı’nın ufkunu sorunsallaştıran ve nihayetinde Tanrı’nın ne demesi gerektiğini belirleyen birtakım tavırlar da görünmektedir.
Dilsel olarak “Tanrı” dediğiniz andan itibaren, bu kavramın içine aldıkları gereği insanla ilişkisini bir hiyerarşi üzerine kurmak durumundasınız. “Tanrı”yı kabul ederseniz ya da etmezsiniz; bu insanın özgürlük alanı içinde kendisinin bileceği bir şeydir. Ancak insanın kendi arzuları, bilgisi ve ulaştığı seviye çerçevesinde ve bunları mutlaklaştırarak Tanrı’ya ayar çekmeye çalışması en azından bir hadsizliktir.
1 yorum
Yazıyı hayretler içinde okudum, insanin kendini yaratan varlığı, yeniden konumlandırmak, çeki düzen vermek, ayar çekmek gibi tanımlamalarla aynı cümle içinde belirtmesi çok ilginç. Herhalde Tanrı tanımazlık ve ortodoks, ruhbancı ve rantçı inanc anlayışı arasinda ince bir çizgi var. Sevgili hocam beni yanlış anlamayin, belli ki tv hocalarının sansasyonel ve çakma evanjelizm denemelerinin etkisi altındasınız, bu yeni dönem misyonerliği sektörleşti ve iki şarkı arası 5 dakikalık din anlatıcısına döndü hocalarımız, bu gidişle daha çok şasıracagız, umarım yakında Amerikadaki gibi dans ederek vaaz veren hocalar görmeyiz. Nerede o naif Peygamberimizin tatlı dili, güzel sözleri, ruhu okşayan üslubu, nerede. Ağır ol molla desinler demiş atalarımız, lafı eğip bükmeye gerek yok, herşeyin bir üslubu var ve din konusunda üslup güncellenmemeli, arif olan anlar, kimsenin seviyesine inmek, yeni yeni jargonlar geliştirmek zorunda değilsiniz, teşekkür ederim, saygılarımı sunarım.