Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi birinci sınıf öğrencisiyim.
1969’da Fransa’da başlayan öğrenci hareketlerinin Türkiye’de taklidinin yapıldığı günler…
Sağ ve sol çatışmalarının teorik düzeyde yeşerdiği günler…
“68 kuşağı” olarak ünlenen jenerasyonun şekillenmeye başladığı tarih dilimi…
Aynı kuşağın sağ ve sol fraksiyonlara göre dizayn edilerek kemikleştirildiği ve “derinliğinin” farkedilemediği günler…
Öğrenci hareketlerinin ve “boykot” eylemlerinin yoğun olduğu günler…
Ben o tarihlerde iki arkadaşımla birlikte kiraladığımız evde birlikte kalıyordum.
Evimiz Ankara Tıp Fakültesi’ne yakındı.
Sınıf arkadaşlarımızdan her görüşte olanlar bizim eve uğrardı.
Evimiz yol geçen hanı gibiydi.
Evde beraber kaldığım arkadaşlarımla aynı dünya görüşünde değildim.
Bu durum 35 yıllık dostluğumuza hiç engel olmamıştır.
Görüştüğümde mutlu olurum, hatırladığımda huzur duyarım.
Evdeki sohbetlerimizde, heterojen bir yapı gösteren arkadaşlarımız ve misafirlerimizle her türlü dünya görüşünü tartışma ikliminden yararlanırdık.
Böyle bir ortamı paylaşan gençler olarak, soğuk savaş döneminin ülkemizde maniple ettiği 68 kuşağının bir kılcal damarı olduğumuzun farkında değildik.
Ama farkında olanlar vardı.
Bir gün bir grup arkadaşımız,
Sabah dörtte kapımızı çaldı.
Arkadaşlarımız bildik insanlardı,
Sınıf arkadaşlarımızdı.
Ülkemizde o tarihlerde üniversite yönetimlerini boykot eden öğrenci hareketleri modaydı.
Ancak sabahın köründe gelen arkadaşlarımızın talebi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlık Binası’nı işgal talebiydi.
Gerekçe: 18 maddeden oluşan öğrenci istek ve ihtiyaçlarını içeren taleplerdi.
Teksir edilmiş ders notları isteyecektik.
Daha iyi bir kantin isteyecektik.
Daha donanımlı kütüphane isteyecektik.
Vesaire…
Yirmi iki kişilik bir grupla sabah saat beşte Dekanlık Binası’nı işgal ettik.
Dekanın odasında oturarak telefonla evinden dekanı aradık.
18 maddelik istek listesini okuduk.
Telefonla konuşan arkadaşımız tüm isteklerimizin kabul edildiğini bize duyurdu.
İstiklal savaşı kazanmış gibi gururlandık.
Arkadaşlarımız isteklerinde samimiydi.
Hak talebinde bulunmuştuk.
Sanal da olsa kazanmıştık.
“Savaş” bittiğinde duygusal davranışlarımızın yerini akıl yürütme alınca birbirimize sormaya başladık:
İyi de bu işi örgütleyen kim?
Bu isteklerimizi işgal etmeden sunamaz mıydık?
Bu soruların cevabını ararken örgütlenmeyi gerçekleştirenin son sınıf öğrencilerinden bir “ağabeyin” olduğunu, ancak tüm aramalara karşın bulunamadığı haberi geldi.
İşgal edilmiş binanın içinde kalakalmıştık.
Binayı terk ettik.
Kandırılmıştık.
Ama “Derin elebaşı” aldığı görevi yerine getirmiş ve bizi kullanmıştı.
Birlikte işgal hareketine katıldığımız arkadaşlarımız şimdi değişik kurum ve kuruluşlarda başarıyla hizmet vermektedirler.
Ancak “derin örgütlenme” ile ilgilenip sonra kaybolanlar aramızda dolaşmaktadır.
35 yıl önce gerçekleşen bu olaydan ibret alanlar var, almayanlar var.
Ben alanlardan olduğuma inanıyorum.
Bu yüzden “Ordu göreve” pankartını taşıyan “Derin elebaşların” bulunduğu bir yürüyüşe katılmadım.
Cumhuriyet bunları da aşacaktır.
Cumhuriyetin 80. yılında daha şeffaf olursak, aramızdaki “derin” olanlar yüzeyselleşecektir.
Cumhuriyet Bayramı hepimize kutlu olsun.
Ramazan ayı hepimize mutluluk getirsin.