Tabî ve sosyal nitelikteki rizikoların çoğalıp yaygınlaşması, birey ve toplumları emniyet ve güven sağlama hususunda yeni arayışlara sürüklemiştir. Bu bağlamda Batıda geliştirilen tekniklerin başında sigorta müessesesi gelmektedir.
Batı toplumlarında köklü bir geçmişi ve yaygın bir uygulama sahası bulunan sigorta, çeşitli sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik nedenlerden dolayı İslâm dünyasına geç intikal etmiş ve özellikle son yüzyılda dinî hükmü yoğun bir şekilde tartışılmış ve değerlendirilmeye başlanmıştır.
Sigortanın, İslâm kültür tarihi açısından yeni bir sözleşme türü olması ve Müslüman toplumlara geç intikal etmesi sebebiyle, İslâm hukukunun klasik kaynaklarında sigorta ismiyle bir sözleşmeye rastlanılmaması ve buna dair bir görüş bulunmaması tabiidir.
Ancak bu durum, konunun, İslâm hukukunun genel ilke ve amaçları çerçevesinde ele alınıp dinî bir değerlendirmeye tabi tutulmayacağı anlamına da gelmez. Buna göre, hayat sigortasının dinî hükmünü İslâm hukukunun genel ilke ve amaçları çerçevesinde araştırırken; konuyu değerlendirmeye yardımcı hareket noktaları ve ipuçları olarak, İslâm hukukçularının benzer meseleler karşısında ortaya koydukları görüşlerden de yararlanmış olacağız.
Bu bağlamda genelde sigorta, özelde hayat sigortası sözleşmesinde, “riziko gerçekleşmediği taktirde, sigortalının ödediği primlerin karşılıksız kalması, riziko meydana geldiği durumlarda ise, primlerin tutarını çok aşan bir meblağın sigortalıya ödenecek olması”, taraflardan biri için kazanç diğeri için kayıp şansı içerdiği gerekçesiyle; bu türden “belirsizlik” içeren sözleşmeler, bir nevi şans oyunu sayılmıştır.
Diğer bir ifade ile hayat sigortası sözleşmesi, riziko gerçekleştiği taktirde sigorta ettiren sigorta bedelini alacağından kazançlı çıkacağı, sigortacının ise zarar edeceği, riziko gerçekleşmediği halde ise; primler sigortacının elinde kaldığından kârlı çıkacağı, sigorta ettirenin ise zarara uğrayacağı bir sözleşmedir.
Taraflardan biri için kazanç, diğeri için kayıp ihtimali bulunan böyle bir sözleşme, klasik akid yapılarına ve ölçülerine göre bir belirsizlik ve dengesizlik taşıdığından, sigortanın dinî hükmü konusunda ciddi tereddüt ve itirazlar olmuştur.
Ancak devletin tesis ettiği “sosyal sigorta” veya “karşılıklı üyelik sigortası” genelde câiz görülürken, tartışmalar ve İslâm’a aykırılık iddiaları daha çok ticârî sigorta sistemi hakkında yoğunlaşarak süregelmiştir.
Ticârî sigortanın dinî hukukî hükmü konusundaki tartışma ve görüş beyanları, son yüzyılda giderek daha da artmıştır. Zira ticârî sigortada, (İslâm hukukunun sözleşmeleri olabildiğince arındırmayı hedeflediği) belirsizlik, tâlih ve tesâdüfe bağlı olma, haksız kazanç elde etme gibi olumsuz önceliklerin (belli ölçüde de olsa) varlığı iddia edilerek, son devir İslâm bilginlerinin önemli bir kısmı bu tür sigortanın İslâm hukukunun ilke ve amaçları ile bağdaşmayacağı görüşündedirler.
Ancak bu gruptaki bilginler, ticârî sigortaya, belli ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulabilecek istisnai bir çözüm olabileceği şeklinde farklı yaklaşım ve gerekçeler de ileri sürmektedirler. Yine bu grup bilginlerde, genellikle devlet eliyle kurulan sosyal sigortayı İslâmın tecviz ve teşvik ettiği, mesleki kuruluşlar ve üyeler arasında karşılıklı ödeme esasına dayalı sigorta sisteminin kurulmasının hem İslâm hukukunun genel ilke ve amaçlarına hem de İslâmî geleneğe, günümüzün şart ve ihtiyaçlarına uygun olacağı görüşü hakimdir.
Sonuçta bu bilginler, prensip olarak sigorta sisteminin câiz ve gerekli olduğunu da ifade ederler.
Tereddütler, farklı görüş ve itirazlar, daha çok ticârî sigortalar hakkında olup, bu sigortalardan da özellikle hayat sigortası üzerinde yoğunlaşırlar.
Konusu insan hayatı olan ve onun hayatı süresince karşılaşabileceği riskler için önlem almayı sağlayan, ekonomik bağlamda ise kişilerin küçük birikimlerini değerlendirip geleceklerini güvence altına almaya çalışan, uzun vadeli fonlarla ülke ekonomisine kaynak teşkil eden, yerine göre devletin sosyal güvenlik kurumlarında ortaya çıkan boşlukları dolduran, hem kişilere hem de ülke ekonomisine büyük bir katkı da sağlayan bu sosyal müessesenin mahiyeti ve hukukî yapısının ve meşruiyeti önemli bir konudur.
Zira gelişmiş ülkelerin kalkınmasında lokomotif rol üstlenmiş olan hayat sigortası fonları, halen gelişme sürecinde bulunan ülkelerde kalkınma hamlelerinin temel dinamiklerinden birini teşkil eder.
Sigortalıların gönüllü tasarruflarıyla kurumsal yatırımcı sıfatına ulaşan bu tür fonlar, mâlî sektör yoluyla verimli ve etkin çeşitli piyasalardaki yatırımlara yönlendirilerek iktisâdî kalkınma için de gerekli ve istikrarlı bir fon kaynağını oluştururlar.
Genellikle, şekilci ve parçacı yaklaşımdan hareketle mevcut klasik sözleşmelerin, hayat sigortası sözleşmesiyle bağlantı kurulabilecek müsbet veya menfi tarafları alınarak, hakkında hüküm verilen böylesine önemli olan sosyal bir müessesenin, diğer sigorta türlerinden karakteristik farklılığı, İslâm hukuku açısından yeniden ele alınmasını günümüz şartlarında incelenmiştir.
Zira İslam hukuk bilginlerinin bazılarına göre, önce sosyal sigorta, emekli sandığı, bağ-kur, işsizlik, sağlık sigortası ve karşılıklı üyelik sigortalarının; daha sonra işyeri, iş makinaları ve kaza sigortalarının câiz görülmeye başlanması ve uygulamaya girmesi de; hayat sigortasının yeniden araştırılmasında etkili olmuştur.
Acaba hayat sigortası sözleşmesini bu sigorta branşlarından ayıran karakteristik özellik nedir?.
Bu araştırmayı yapmak için de hayat sigortası hakkında ileri sürülen görüşler, verilen fetvalar, yapılan çalışmaların değerlendirilmesi gerekmiştir.
Çoğunlukla devlet teşekkülü olarak kurulan sosyal güvenlik kurumları dinin özüne uygun görülürken, bireyler arasında benzer müesseseler sözleşmeyle meydana gelince dinin özüne uygun görülmemesinin nedeni ne olabilir.?
Bu durum, iktisâdî açıdan farklı dünya görüşü, farklı devlet ve iktisat felsefesi telakkilerinin sonucu mudur.?
Yoksa dinî gerekçelerden ziyade (ekseri sömürgeci kalan) Müslüman toplumların (Batı kökenli olan sigortaya karşı) reaksiyoner yapısıyla mı ilgilidir.?
Ya da toplumsal bünyedeki mânevî kültürün dış etki ve kurumlara karşı son derece duyarlı ve ihtiyatlı davranmasından mı kaynaklanmaktadır.? Araştırmamızda bu ve benzeri varsayımlardan hareket edilmiştir.
Bir sosyal güvenlik disiplini olan hayat sigortası, çok yönlü bir mesele olup, sosyal bilimlerle ilgili birden fazla ilmî disiplini ilgilendirmektedir. Bu durumda konunun sınırlandırılması da gerekmiştir.
Hayat sigortası hukukunun en yakın branşlarını teşkil eden istatistik ve aktüerya ilmi ayrı bir ihtisas dalı olduğundan çalışmamızda bu branşlara hemen hemen hiç değinilmemiştir.
Ancak konunun açıklığa kavuşturulması ve bir mukayese yapılabilmesi için sosyal sigorta, karşılıklı yardımlaşma, sağlık ve kaza sigortalarından yer yer bahsedilmiş olsa bile bu branşların da çalışma dışında tutulmasına gayret edilmiştir.
Çağdaş problemlerden biri olan sigorta konusuyla ilgili Müslüman ülkelerde sempozyumlar düzenlenerek tebliğler sunulmuş, makaleler yazılmış, fetvalar verilmiştir.
Genelde sigorta, özelde hayat sigortasıyla ilgili bazı görüşler serdedilmiştir. Çoğunlukla hayat sigortası gibi özel bir konu başlı başına ele alınmamıştır. Neticede bazı hukuk bilginlerinin ileri sürdükleri şart ve kriterler ile sigortanın cevazına, ekserisi ise hemen hemen aynı endişelerden kaynaklandığı görülen sebeplerle câiz olmadığına hükmettikleri, raporlarındaki ortak kararlarından anlaşılmaktadır.
Değişen şartlar ve gelişmeler karşısında ortaya çıkmış sosyal bir realite olan hayat sigortası müessesesi, Müslüman ülkeler bazında incelenirken, objektif kriterler ele alınmalı ve tarafsız olunmalıdır.
Ancak, aynı meseleye devletler bazında çözüm getirirken o ülkenin sosyo-kültürel yapısı ve iktisat politikaları da dikkate alınarak çözüm yollarında taraflı olunabileceği dikkatlerden kaçırılmamalıdır.
Bu bağlamda verilen fetvaları, yapılan araştırma ve tartışmaları, özel bir konuda çalışmanın da güçlükleri yanında bunların bazılarının karar metinlerini nakletmeyi çalışmamız açısından faydalı buluyoruz
Hayat Sigortası Hakkında Resmi Fetvalar:
Hayat sigortası hakkında tespit edebildiğimiz bazı resmi fetvalar şöyledir:
Birincisi: Ünion Sigorta Şirketi (Müslüman müşterilerinin de hayat sigortası yaptırmakta tereddüt etmemesini temin için) Sultan Ahmet’te kapı ağası mahallesinde 3 numaralı hanede sakin Mahmud Celaleddin adında bir müşterisini hayat sigortasının helal olup olmadığı hakkında bir fetva istihsal etmek için şeyhülislam kapısına sevk etmiştir.
23 Teşrin-i evvel 1327 tarihinde Mahmut Celaleddin adında bu zat şeyhülislamlığa bir dilekçe vererek hayat sigortası hakkında fetvâ istemiştir. Bu dilekçenin ve verilen fetvanın Türkçe metnini konumuz açısından aynen nakletmeyi uygun buluyoruz.
Huzur-i âli-i Cenâb-i Meşihatpenâhiye maruz-i çâkerleridir.
Memâlik-i ecnebiyenin bir mahallinde meselâ Fransa’da teşekkül etmiş Ünyon namındaki bir şirketle âcizleri beyninde hayatta kaldığım halde on beş senenin hitamında vefat eder isem vereseme mahall-i mezkurdan gönderilüp beşyüz adet lirây-ı Osmâni verilmek üzere bir akit icrâ etsem, yâni beher sene maktuan mezkür şirkete otuz bir adet lirây-ı Osmâni gönderip işbu onbeş sene hitamına kadar vermiş olduğum meblâğın miktarı da dört yüz atmış beş liraya baliğ olsa bu göndermiş olduğum meblâğa mukabil şirketin hissedâranı tarafından âcizlerinden müddet-i mezkür zarfında almış oldukları dört yüz altmış beş liraya otuz beş lira zammiyle beş yüz lira mezkür şirket tarafından âcizlerine mahall-i mezkürdan gönderseler veyahut senevi maktuan göndereceğim otuz bir adet lirây-ı Osmaniye’yi bir sene gönderip de vefat etsem şu bir senede gönderdiğim otuz bir liraya dört yüz altmış dokuz lira zammıyla beş yüz adet lirây-ı Osmâniye’yi şirketin hissedârânı vereseme mahalli mezkurdan gönderseler böyle bir akdin kabul ve icrasına cevâzı şer’i olup olmadığının fetvâhâneyi âlice tetkik ve bu babta bir kıt’a fetvây’ı şerife verilmek üzere işbu istid’â-i kemterânemin makam-ı müşârun ileyhâya havâle buyurulmasını istirham eylerim ol babta emru fermân hazret-i menlehülemrindir.
K. Fetfahaney-i Aliye 12 Rebiülevvel 1329 (13 Mart 1911) Masted’iyyat 1327 5824
225 istid’a : 5094
“Havale buyurulan işbu arzuhal mutâlâa olundu. Deruni arzuhalde muharrer akdi mezkur dâr-ı İslâm’da olmayıp da ber-veçh-i meşruh, memâliki ecnebiyede kain bir sigorta şirketi ile icrâ edildiği takdirde, şirketi mezkure rızâsıyla vereceği ziyâdeyi yani mâkudun aleyh sigorta bedeli ne miktar meblâğ ise anı ahz helal olur ol babta emr-ü ferman menlehülemrindir.”
Alelusul itası 22 Zilkade 1329
25 Zilkade 1329 (14 Kasım 1911)
(17 Kasım 1911) Emnü’l Fetva ( Mühür)
Benzer bir dilekçe ile de Hasan Rıfat tarafından bir İngiliz sigorta şirketi için fetva müracaatında bulunulmuştur. Bu defa müşteriyi teşvik eden şirketin (The Consolidated Assurance Company Ltd. London) İngiliz hayat sigortası şirketi olduğu anlaşılmaktadır. Bu dilekçenin cevabının başında Mahmud Celaleddin’in başvurusundan da söz edilmektedir.
Dersaadet’te mukim The Consolidated. Assurance Company, Ltd, London Kumpanyasının Şark Müdürü Umumisi Fritz (?) cenaplarına;
İkincisi: Efendim, hayatımı, müdüri umumisi bulunduğunuz The Consolidated. İngiliz kumpanyasına sigorta ettirmem için memurlarınız tarafından vuku bulan müracaatları bugüne kadar neticesiz kalıp, çünkü şer’an mâni olduğu zannedilerek kendilerine karşı tarafımdan cevabı red vermiş idim. Hakikaten bir adam ailesinin saadeti halini düşünmek hali hayatında en mukaddes bir vazifesi olduğu tabii bulunduğundan şu hal her gün zihnimi işgal etmekte idi. Bu kere Fetvahaneyi Aliyeden istihsal ettiğim ve leffen takdim kılınan Fetvayı Şerife üzerine sigorta kumpanyası ile bir sözleşme icra edersem manii şerisi olmadığı hatta vefât etsem bile vereselerime irsen intikal eden sigorta meblağın helal olduğunu, şer’an bir mahzur olmadığını kanaat hasıl ettiğim cihetle The Consolidated İngiliz hayat sigortasına bin lirayı Osmâniye mukabil ve 20 sene müddetle hayatımı müsait zamanımızın lütfen işarı ile ihtirâmâtı mahsusamın kabulü rica olunur efendim. 21Teşrinievvel 1329
Boğaziçinde Kandilli’de sakin giritli dava vekili
Hasan Rıfat
Yabancı memleketteki şirketlerde hayat sigortası yaptırmağa cevaz veren fetva (müracaat- istida ): 29 Zilkade 1331 tarih ve Fetvahane-i Ali/3657 nolu istida
“Bu husus hakkında mukaddema Mahmut Celaleddin mührünü hâvi 22 Teşrini evvel 1327(Rumi) tarihli istidaya 22 Zilkade 1329 tarihinde havale buyurulan işbu arzuhal mütalaa ulundu.
”Derunu arzuhalde muharrer akdi mezkur dârı İslâm’da olmayıp da berveçhi meşruh, memâliki ecnebiyede kain bir sigorta şirketi ile icra edildiği takdirde, şirketi mezkure rızasıyla vereceği ziyadeyi yani maksudun aleyh sigorta bedeli ne miktar meblağ ise o meblağın gerek akidi mezbur ve gerek veresesi tarafından ahzı helal olur deyu tahrir kılınmıştır ol bab da emr-ü ferman Hazreti menlehülemrindir.”
Takdim ve İtası: 2 Zilhicce 1331
İşbu fetvanın ve Hasan Rıfat Beyin mektubu asliyeleri The Consolidated İngiliz hayat sigorta kumpanyasının yedinde mahfuzdur.
Görüldüğü üzere bu fetva İslâm ülkesinde hayat sigortasını tecviz etmemekte, ancak yabancı ülkede ve yabancı sigortacı ile yapılan sigorta sözleşmesini ve bundan doğacak tazminatın alınmasını câiz görmektedir. Buna göre;
1. Şeyhülislam, bir vatandaşın müracaatı üzerine bu fetvayı vermiştir. Bir Osmanlı vatandaşını böyle bir müracaatı yapmasına sevk eden saik, onun sigorta yaptırmak arzusu ve bunun şer’i durumunu öğrenmek merakı olabileceği gibi, o zamanlar memleketimizde mevcut yabancı sigorta şirketleri tarafından teşvik ve câiz olduğuna dair fetva alındıktan sonra müslümanlar arasında daha rahat ve yaygın bir faaliyet göstermek niyeti de olabilir. Bu fetvanın verildiği sırada Musa Kazım Efendi (1858/1918) şeyhülislamlık makamındaydı.
2. Fetva isteyen vatandaş hayat sigortasının câiz olup olmadığını sormuş, fetva da bu noktaya inhisar ettirilerek kaleme alınmıştır. Yani bu vesile ile genel olarak sigortanın câiz olup olmadığını değil, sadece sorulduğu şekliyle hayat sigortasının câiz olduğu yolunda fetva verilmiştir. Buna göre yabancı memlekette (dârül harpteki) bir Müslümanın sigortacı ile orada sözleşme yapması, riziko gerçekleşince darü’l İslâm’da sigortacının vekilinden sigorta bedelini alması câiz görülmüştür. Bu husus da, İmam-ı Azam ve İmamı Muhammed’e göre, harbiyle, dârül harpte fâsid sözleşmeler yapılması câiz görülen ictihadî temele dayandırılmıştır. Harbinin İslâm diyarındaki acentelerinden biriyle Müslüman bireylerin hayat sigortası yaptırmasının câiz olmaması, belki siyaseten dinî sosyal yardımlaşma ve dayanışma müesseselerinin fonksiyonlarını kaybedeceği endişesi olabileceği gibi, sigortanın fâsid bir sözleşme olan kumar ve fâiz olarak görülmesi sebebiyle, İslâm beldesinde yapılması yasaklanmış, yabancı ülkede fâsid sözleşmelerin câiz olduğundan hareketle, dâr kavramı esas alınarak fetva verildiği sanılmaktadır. Hayat sigortanın, yabancı memlekette, sigorta şirketiyle sigortalının, kendi rızalarıyla yapılan bir sözleşme ve oynanan bir kumar olarak telakki edilmesi; bu sözleşme neticesinde de sigortacı şirketin zarar edeceği düşüncesi hâkimdi. İlke olarak bugün bunun doğru olmadığı açıktır.
3. Fetvaya göre, bir anlaşma neticesinde sigorta meblağını almanın câiz olabilmesi için iki şart bulunmalıdır. Birincisi; hayat sigortası şirketi ecnebi memleketinde bulunmalıdır. İkincisi; sigortacı, sigorta meblağını rızasıyla vermelidir. Sonuç itibariyle fetvada, yeni bir sözleşme diye adlandırılan bu müessese hakkında, İslâm hukukunun kaynaklarından neticeye varılmıyor, şirketin yabancı memlekette bulunması ile sigorta meblağının “rıza” ile verilmesi şartına dayanılıyor. Hâlbuki bu yeni müessese hakkında, kısa da olsa, câiz veya câiz olmadığı şeklinde, İslâm hukuku kaynaklarına dayandırılarak cevap verilmeliydi. Zira hayat sigortasının cevazı hususunda tartışmaların temelini de günümüzde genellikle garar, fâiz ve kumar görüşü teşkil etmekle birlikte; verilen fetvada fâiz ve kumar konusu açık olarak ele alınmamıştır.
4. Hayat sigortasını, 19. yüzyıla kadar Hıristiyanlık da, 1911 yılında Osmanlının fetva makamı da yasaklıyordu. Hıristiyanlık, bunu, Allah’ın koruyuculuğuna olan itimatsızlık olarak yasaklarken, Osmanlının fetva makamı da benzer kaderci bir yaklaşımın tesiriyle belki de sigorta sisteminin hukukî yapısını tam olarak bilinemediğinden dolayı bir Müslümanın az para vererek, karşılığında diğer bir Müslümandan çok para almasının câiz olmayacağını ileri sürüyordu. Yani bu işlem, şans oyunlarında kumar olarak görülüyordu. Bu sebepten müslümanın müslümanı aldatmasını kabul edilemeyeceğinden dolayı müslümanın, müslüman sigorta şirketine hayat sigortası yaptırmasını ve böyle bir şirket kurmasını yasaklarken müslümanın gayri müslim bir şirkete sigorta yaptırmasının bir sakıncası olmayacağı görüşü ileri sürülüyordu.
Bahsi geçen bu fetva ile Şeyhülislâm Musa Kazım Efendi de İbn Abidin ve Buhayt’in yolunu takip etmiştir.
Üçüncüsü: Hayat sigortasının câiz olup olmadığına dair Şeyh Muhammed Abduh (1849/1905) ise, kendisine sorulan soruya şu fetvayı vermiştir.
Şer’i Fetva:
Sual: Amerika şirketi (kumpanyası) müdürü sayın Mutwell Life’ın suali: Bir adam sigorta şirketiyle (kumpanya) anlaşma yaparak, ona, muayyen taksitler halinde muayyen bir müddet için bir meblağı ticâret için vermektedir. Bunda kendisi için şans ve menfaat vardır. Şayet bu müddet geçip de, o şahıs hayatta kalırsa, bu meblağı, bu müddet içindeki ticâretten hasıl olan kârı ile birlikte onlardan geri alacaktır. Bu müddet içinde ölürse, ya mirasçıları ya da hayatında kendisine yetki verilmiş kimse, ödediği meblağı ortaya çıkarttığı kârı ile birlikte alacaktır. Bu şer’an câiz midir.?
Cevap: “Zikredildiği şekilde, bu şahsın bu kumpanya ile bir meblağ vermek hususundaki anlaşması, zımnen mudârabe şirketinin bir çeşidini husule getirir. Bu ise câizdir. Bu şahıs için ticârette hasıl olan kâr ile birlikte malını almasına bir engel yoktur. Şayet bu adam, tespit edilen müddet içinde ölür ve şirket de onun verdiği meblağı işletmişse, şirket, mirasçılarına veya malında tasarruf hakkı olanlara, ticâretten elde edilen kârı ile birlikte zikredildiği şekilde meblağı öder.” Böylece Muhammed Abduh, hayat sigortasının zımnen bir mudârabe şirketi olduğu kanaatindedir. Sigorta şirketi hakkında Allâme Muhammed Buhayt el- Mutî’nin fetvasına istinaden hayat sigortası şirketi hakkında sorulan suali şer’i kaide alarak, bunun bir mudârebe sözleşmesi olup şirket mahiyetinde bulunduğundan, cevazına mani bulunmadığını ifade etmiştir. Aynı doğrultuda Muhammed Reşit Rıza’nın fetvası vardır. Daha sonra Abdülvehhab Hallâf ve Muhammed el-Behiy de, hayat sigortasının bir tür zımnî mudârabe sistemi olduğunu ifade etmişlerdir.
Dördüncüsü: Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 12 Nisan 1994 tarihli 0580 sayılı yazısıyla sigorta hakkında sorulan suale verilen cevapta, muhteva olarak deniliyor ki, “İslâm’ın, bugünkü sigorta sistemini bütünüyle benimseyip meşru görmesi beklenmemelidir” Çünkü bu sistemin,” daha çok kâr amacına yönelik olarak düzenlenmiş” olması ayrıca, “dinî ölçüler dikkate alınmadan” hazırlanmış olduğu ifade edilmektedir. Din İşleri Yüksek Kurulunun genel olarak sigorta hakkında varmış olduğu görüşte de, bugünkü ticâri sigortalar, İslâmî ilkelere dikkat edilmeden hazırlandıklarından dolayı, İslâm Fıkıh Akademisi toplantılarındaki endişelerin taşındığı anlaşılmaktadır.
Yine, “Din İşleri Yüksek Kurulu’nun” sigorta konusunda yaptığı çalışmanın neticesi, Kasım 1997 tarihli 83 sayılı “Diyanet Dergisinde” yayınlanan “fetva” kararında; sigortadan genel olarak bahsedilmekte, sonuçta hayat sigortası zikredilmeden meblağ sigortasının şimdilik bir alt branşı olan sağlık sigortasının zaruret ve ihtiyaç halinde halen mevcut sigorta şirketlerinde sigorta yapmanın câiz olduğunu ifade etmekte ise de ihtiyaç ve zaruret ölçüleri belirlenmemiştir. Hayat sigortası hakkında resmi olmayan leh ve alehte bir çok fetvanın varlığı bilinmektedir.
Hayat Sigortası Hakkında Bireysel ve Kurumsal Görüşler:
İslâm hukuk bilginlerini, çağdaş problemlere karşı yaklaşımları bakımından genellikle iki gruba ayırmak mümkündür.
Birincisi; İbn Abidinle başlayan Ebu Zehra ile devam eden gelenekçi yaklaşımdır.
İkincisi ise, M. Abduh’la başlayan Zerka ile devam eden çağcıl yaklaşımlardır.
Günümüzde de sigorta hakkında görüş beyan edenler genelde bu iki yaklaşımın uzantısı mahiyetindedir.
Bu iki ekol tarafından genelde sigorta, özelde ise hayat sigortası konusu ele alınmış, bir tür gelenekçi ve çağcıl yaklaşımlar şeklinde vücut bulan bu anlayışların devamını 1950’lerden bu yana daha sıkça görmekteyiz. Gerek bireysel ve gerek kurumsal bazda olsun, bu problemin çözümüne yaklaşım tarzını, İslâm fıkıh konferans ve sempozyumlarındaki tartışmalarda da görmek mümkündür.
1. Bireysel Görüşler:
Bu bağlamda bireysel olarak sigorta hakkında sorulan sorulara lehte ve aleyhte görüş beyan edenlere bir kaç örnek vermemiz yerinde olacaktır.
a) Başta İbn Abidin, olmak üzere, malum eserinde sigortanın ne kefalete ne de emanet akdinde emanetçinin ücret almasına benzemediğini ispatlamaya çalışmış, sigortanın garar yani belirsizlik bulunduğu için fasit bir sözleşme olduğu ve İslâm hukukunun uygulandığı yerlerde buna cevaz verilemeyeceğini bildirmiştir.
b) Osmanlı Şeyhülislâmı Musa Kazım Efendiden sekiz sene sonra şeyhülislâm makamına gelen Mustafa Sabri Efendi, (1866/1954) “ücretli sigortayı” kumar ve fâizle ilgisi sebebiyle câiz görmemiş, karşılıklı sigorta ile ticâri sigortanın birleşmesinden ibaret yeni bir sigorta sistemi önermiştir. Bu makalenin yayınlandığı tarih ile Musa Kazım Efendinin hayat sigortası hakkında verdiği fetvanın yılı aynı, fakat ayı farklıdır. Mustafa Sabri Efendi, sigorta mevzuundaki fikirlerini 1911 yılında, “Cemiyet-i İlmiyye” tarafından çıkartılan “Beyanül Hak” isimli mecmuasında “Din-i İslâm’da Hedef-i Münükaşa Olan Mesâilden” adlı makalesini neşretmiştir. Mecmuanın iki sayısında devam eden bu makale, tesbitlerimize göre bir Türk ilim adamı tarafından İslâm hukuku açısından sigorta hakkında yazılmış ilk makaledir. Müellif sigorta ve kumarı aynı yazı içerisinde incelemiştir. Ancak makalenin büyük kısmı sigorta hakkındadır. Müellif yangın sigortası üzerindeki görüşlerini belirterek, bunun meşru bir faaliyet olmadığını ve İslâm hukukunun sigortaya ihtiyacı bulunmadığını da söylemektedir. Bu makalede Mustafa Sabri ilke olarak sigortaya karşı olmayıp, ancak, İslâm toplumunun kültürüne uygun olmadığı ve sigortanın haksız kazanç ve suistimallere yer verilebileceğinden hareketle bu karara vardığı anlaşılmaktadır.
c) Yine Muhammed Ebu Zehra’ya göre, hayat sigortası bir nevi kumardır; çünkü bir şahıs bir kısım para verir ve ölürse hangi hakla kararlaştırılan meblağın tamamını talep edebilir? Sigorta müddetinin sonuna kadar yaşasa bile bu taktirde hem verdiğini hem de fazlasını alacaktır ki, bu fâizdir. Ebu Zehra ile aynı görüşte olan Cuveycâti genelde sigorta ve özelde hayat sigortası sözleşmesine genelde itirazları garar, fâiz ve kadere karşı kefalet etrafında yoğunlaşmıştır.
d) Ezher Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Muhammed el-Medeni’nin hayat sigortası câiz mi, câiz değil mi? sorusuna verdiği cevapta “bu meselenin bir kişinin fetvasına bırakılmaması gerekir. Yapılacak şey bu iş için çeşitli memleketlerden iktisatçı ve âlim, fikir sahibi mütehassısların toplanması ve bunların meseleyi enine boyuna incelemeleri, üzerinde birleşecek bir görüşü ortaya koymalarıdır. Ancak böyle bir görüş ulemâ arasında meşhur olan “câiz olmadığında ittifak vardır” görüşünün karşısına çıkabilir. Aksi halde hak daima şu iki görüş arasında bölünecektir. 1. Nakle dayanan ve meşhur olan görüşe uyarak câiz olmadığını diyenler. 2. Terakkiye ayak uydurmak ve kolaylık sağlamak için mubah diyenler. Ben derim ki; bu mesele için bir hukuk meclisinin toplanması, bir fıkıh enstitüsünün kurulması, dini hükmün bu meclisten (ittifakla veya ekseriyetin görüşü olarak) ilan edilmesidir.”
e) Muhammed Yusuf Musa, sigortanın bütün çeşitleri topluma fayda sağlayan bir yardımlaşmadır. Hayat sigortası, sigortayı yapan şirkete fayda getirdiği gibi, sigortalı için de faydalı oluyor, fâizle alakası bulunmamak şartıyle ve karşılıklı yardımlaşma esasına dayalı sigortaların dini yönden mahzurlu olmadığı kanaaatindedir. Abdurahman İsa’nın da aynı görüşü beyan ettiği söylenmektedir. Hallaf, Ali Hafif, Senhuri, Mannan, Tevfik Vehbe gibi bilginler, sigorta ve hayat sigortasının haram olduğu konusunda hakkında nass bulunmadığını, dolayısıyla câiz olduğunu söylemektedirler.
2. Kurumsal Görüşler:
Mısır’da oluşturulan Mecme’u’l-Buhusi’l-İslâmiyye (İslâmi Araştırmalar Meclisi) tarafından sigorta konusu hakkında sempozyumlar düzenlemiştir. Bu toplantılardaki sunulan tebliğler ve tavsiye karar metinleri İFA mecmualarında ve Abdülmuttalib Abduhun “et-Te’minü’l-İslâmi” adlı eserinde mevcuttur. Bu sempozyumların tavsiye karar metinlerinin bazılarını da buraya almayı uygun gördük. Bunlar özetle;
a) Yardımlaşma cemiyetlerinin yaptığı ve bütün sigortalıların muhtaç oldukları yardım ve hizmetleri karşılamak için katıldıkları sigorta, meşrudur ve ayette belirtilen iyilikte yardımlaşma olarak görülmüştür.
b) Devletin maaş sistemi ve bazı devletlerde tatbik edilen sosyal yardımlaşma ve dayanışma teknikleri ile diğer bazı devletlerdeki sosyal sigorta kurumları, câiz olan muameleler kabul edilmiştir.
Değişik zamanlarda düzenlenen toplantılarda, ticârî sigortaların haramlığına, yardımlaşma ve sosyal sigortalarla, ihtiyaçdan dolayı bazı zarar sigortalarına cevaz verilirken, hayat sigortası, ribâ içerdiği telakkisiyle haram kabul edilmiştir. Bu toplantılarda genelde sigorta sözleşmesinin, garar (belirsizlik), kumar, fâiz ve bedelsiz olarak bir başkasının malını alma olarak görülüp, ticâri sigortaya cevaz vermeyenler olduğu gibi, bazı İslâm hukuk bilginleri, bazı kayıt ve şartlar ileri sürmekle birlikte prensipte sigorta sözleşmelerini câiz olarak görmüşlerdir.
Libya’nın Beydâ şehrinde 1972 yılında toplanan sempozyumda da hayat sigortalarının geçerli olmadığı, ancak kaza ve tehlike sigortalarının her ne kadar mevcut fıkıh sözleşmelerine uymazsa bile âdet haline geldiği için geçerli sayılacağına karar verilmiştir. Bu yönde düşünen Sıddık Muhammed Emin Darir, Libya Evkaf bakanlığının yayınladığı, Hedyü’l-İslâmî dergisindeki yazısında (yıl: 1975, sayı:6) bilhassa kaza ve tehlike sigortalarının bir yardımlaşma mahiyeti taşıdığını, buna ihtiyaç bulunduğunu, sigortacının sigortalıya kefil ve herkesin alacağından ve vereceğinden emin olduğunu bildirerek (Senusi,Yusuf Musa ve Abdurahman İsa gibi) Darir de Zerka’nın görüşüne katılmışlardır.
İslâm Konferansı Teşkilatına bağlı “İslâm Fıkıh Akademisi Meclisinin” Mekke’de 4.4.1397/1977 tarihinde Abdullah b. Humeyd’ın başkanlığında toplanan on kişilik fıkıh heyeti sigorta meselesini incelemiş, Mustafa ez-Zerka dışında ittifakla sigortanın câiz olmadığı kanaatine varılmıştır.
Karar sayı : 6
Bu komisyonun karar özeti şöyledir:
1. Sigorta sözleşmesi aldanmayı (gararı) kapsar. Çünkü sigortalı ne kadar verip, ne kadar alacağını bilemez. Belki, bir iki taksit prim yatırdıktan sonra malı helak olur ve sigortalı malın bütün bedelini alır. Belki de bütün taksitleri yatırdığı halde malı zarar görmediği için sigorta şirketinden bir şey alamaz.
2. Sigorta bir kumar çeşididir. Çünkü zararda sigorta şirketinin bir etkisi olmadığı halde, malı tazmin etmeği üstlenmektedir. Yahut sigortalanan mal zarar görmediği halde, sigorta bütün taksitleri karşılıksız olarak almaya devam etmektedir.
3. Sigorta fazlalık ve nesie ribâsını kapsamına alır. Çünkü sigorta, sigortalıya, ödediği taksitlerden fazlasını verirse fazlalık ribâsı ve araya süre girdiği için de nesie ribâsı söz konusu olmaktadır.
4. Sigorta işleminde, başkasının malını bedelsiz olarak alma söz konusudur. Bu ise şu ayetteki yasak kapsamına girer. “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin” Bu ortak tavsiye kararları genelde sigortalar hakkında olup aynı endişeler özelde hayat sigortası için de söz konusudur.
İslâm Konferansı Teşkilatına bağlı İslâm Fıkıh Akademisi Meclisi 22-28 Aralık 1985 tarihleri arasında Cidde’de gerçekleştirdiği II. dönem toplantısında ise;
Konu: Sigorta ve Reasürans (Mükerrer Sigorta)
Oturuma katılan ilim adamalarının “sigorta ve reasürans” etrafındaki araştırma özetlerini dinleyip sunulan tebliğleri tartıştıktan; sigortanın hedefleri ve temel prensipleri değişik tip ve çeşitleri üzerinde incelemeyi derinleştirdikten ve bu konuda değişik ilmi heyetlerin ve fıkıh akademilerinin karar ve görüşlerini de gözden geçirdikten sonra; şu kararlar alınmıştır.
Karar Sayı : 9
1. Ticâri sigorta şirketleriyle yapılan sabit primli ticâri sigorta sözleşmesi, bu sözleşmeyi geçersiz (fâsid) kılacak oranda büyük bir garar unsuru içerdiğinden dinen haram bir işlemdir.
2. İslâm’daki muamelât ilkelerine uygun alternatif sigorta sözleşmesi ise, teberru ve karşılıklı yardım esasına dayalı yardımlaşma sigortası sözleşmesidir. Bu esasa dayalı reasürans için de durum aynıdır.
3. İslâm iktisadının Allah’ın bu ümmet için hoşnut olduğu sisteme aykırılıktan ve sömürüden kurtarılması gayesiyle müslüman ülkelerde yardımlaşma esasına dayalı sigorta ve reasürans kurumlarının oluşturulması çağrısı yapılmalıdır. Bu bakış açısıyla ticâri sigortalar ile yardımlaşma sigortalarının birbirinden ayrıldığını görmekteyiz. İFAM’ın karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan bütün sigorta çeşitlerine cevaz verdikleri anlaşılmaktadır. Buna hayat sigortası branşı da dahildir.
Ülkemizde konu çeşitli toplantılarda bireysel veya kurumsal bazda ele alınıp, müzakereler yapılmıştır.
21.12.1979 tarihinde İstanbul Müftülüğü ilmi araştırma ve istişare heyeti ikinci toplantı raporlarında hayat sigortası dahil devlet veya özel sektör tarafından kurulan sigorta hakkında bir toplantı ve müzâkere başlatılmıştır. Özü itibariyle yapılan müzakerelerde Halil Gönenç ve Mehmet Savaş karşılıklı yardımlaşma ve üyelik esasına dayanan sigorta şekli dışında ticâri amaçlı bütün sigortaların câiz olmadığı kanaatine varmışlardır. Bunların da, Mekke’i Mükerreme’deki İslâm Fıkıh Kurulunun almış olduğu kararlar doğrultusunda görüş içerisinde oldukları anlaşılmaktadır.
Hayrettin Karaman ise, bugün faaliyette bulunan ticâri amaçlı sigortalara cevaz vermemekle birlikte bu tip sigortaların İslâm’a uygun şeklinin kurulabileceği kanaatinde olduğunu belirtmekle, İslâm Fıkıh Akademisinin 2. toplantısında alınan kararlar doğrultusundan bir adım daha ileri giderek görüş beyan etmiştir. Özetle Karaman, İslâmın getirdiği içtimai ve iktisâdi düzen içinde İslâm, insanları tehlike ve felaketlere karşı sigorta etmiş, geleceklerini güvence altına almıştır. Bu düzenin bütünüyle işlemediği yer ve zamanlarda karşılıklı sigorta nevi geliştirilmeli, bu kuruluş sigorta ve ortaklıklarla desteklenmelidir. Karşılıklı sigortanın da bulunmadığı veya yeterli olmadığı yerlerde ücretli sigortanın kapısı (buna ihtiyaç duyanlar için) açık olduğunu ifade etmiştir. Sigorta şirketlerinin sigortacılık dışında İslâmın yasakladığı işlerle meşgul olması ayrı bir mevzudur ve bunu yapmayan şirketleri bulup, kurabilmenin mümkün olduğunu beyan etmiştir.
Bu bağlamda Ensar Vakfı tarafından 26.12.1980’de İstanbul Müftülüğünde müzakere edilmiş olup 1981’de bir “sosyal yardımlaşma fonu” alternatif olarak kurulmuş, karşılıklı müteselsil kefâlete dayanan bir sigorta denemesi olduğu bilinmektedir. Benzer ihtiyaçları karşılamak amacıyla TÜRKDAV vakfının kurulduğu da bilinmektedir. Bunların her biri karşılıklı yardımlaşma gayeli kuruluşlar olduğu söylenir.
Son olarak da ülkemizde; 1. Uluslararası İslâm ticâret hukukunun günümüzdeki meseleleri kongresi 29 Eylül 1996 tarihin’de Konya’da gerçekleştirmiş olduğu toplantısında hayat sigortası ağırlıklı tebliğler ve müzakereler yapılmış bir takım sorulara cevap aranmıştır. Bu müzakereler neticesi olarak bir sonuç bildirisi yayınlanmıştır.
Sonuç bildirisine göre; başkanlığını Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı’nın yaptığı ve 29 Eylül 1996 Pazar günü 09.00-14.30 arasında gerçekleştirilen müzakereler neticesinde aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır.
1. Heyet, prensip olarak sigorta sisteminin gerekli ve câiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Bununla birlikte özellikle ticâri hayat sigortası olmak üzere günümüzde cari olan diğer sigorta branşlarında da düzeltilmesi gereken bazı yasak unsurlar bulunduğunu kabul etmiştir.
2. Heyetin günümüz Türkiye’sinde uygulanmakta olan hayat sigortasına bakışları farklıdır. Çoğunluk, mevcut haliyle hayat sigortası uygulamasının garar, kumar, fâiz gibi sözleşmeyi batıl kılan unsurlar taşıdığını ve bu sebeple câiz görülemeyeceğini, ancak bu batıl unsurların giderilmesi durumunda câiz hale gelebileceği görüşü benimsenmiştir. Bunun için müslüman ülkelerdeki bazı uygulamalardan istifade edilebileceği de tavsiye edilmiştir. Türkiye’de halen uygulanan hayat sigortaları, İslâm açısından ideal olan sigorta olmamakla birlikte bu sigortaların câiz görülebilecek bazı uygulamalarının bulunduğu ve bu uygulamalardan yararlanılabileceği görüşü azınlıkta kalmıştır. Ancak “kooperatif” tarzında çalışan dayanışma sigortalarını da kanunların elverdiği ölçüde kurumsallaştırmak gerektiği ve bu konuda örnek uygulamalar bulunduğu ifade edilmiştir.
Kongreye Malezya’dan katılan İslâm danışma şirketi sekreteri Muhammed Fazlı b. Yusuf hayat sigortasının ihtiva ettiği fâiz, kumar ve garar gibi haram unsurlar sebebiyle câiz olmadığını, bunlar giderildiği taktirde hayat sigortasının yapılabileceğini ve kendilerinin “İslâm Dayanışma Şirketi Kurumu” bünyesinde hayat sigortası hizmeti verdiklerini ifade etmiştir.
Hayat Sigortası Hakkında Ortak Karar:
Genelde sigorta, özelde hayat sigortasının “kumar ve bahis“, “garar ve cehâhalet“, “ribâ ve fâiz”, “kadere karşı meydan okuma” gibi “batıl yoldan kazanç elde edilmesi” kapsamında görülüp câiz görülmemesi, yardımlaşma tekniğine dayalı üyelik sigortasıyla, devletin yapmış olduğu sosyal amaçlı yardımlaşma ve dayanışma sigortalarının ( ülkemizde SSK. ES. Bağ-Kur gibi) meşru olduğu, ticâri amaçlı kurulan sigortaların ise yukarıda belirtilen nedenlerle câiz görülmediği anlaşılmaktadır. Ayrıca hayat sigortasında, bilhassa “sözleşmenin konusundaki ihtilaflar” yanında, İslâm medeniyetinin kültür yapısında, hayat sigortasının fonksiyonlarını yerine getiren müesseselerin yeni projelerle desteklenerek geliştirmesi gerektiğini böylece modern hayat sigortası gibi batı kültür ve bidatlarına ihtiyaç duyulmayacağı ifade etmişlerdir.
Bu genel açıklamalar ve müzakere kararlarından sonra, hayat sigortası sözleşmesinin câiz olmadığı görüşünde olanların gerekçeleri ve dayandıkları delillerle, câiz olduğu görüşünde olanların delillerini, parça-bütün ilişkisinden hareketle, sözleşme çeşitleri içerisinde hayat sigortası ile müsbet veye menfi bağlantı kuranların görüşlerini odak haline getirdikleri vasıfları analitik olarak ele alınmış bir sentezleme yapılmıştır.
Buna göre;
Her devir ve toplumda insan, kısa veya uzun hayat sürecinde tabii ve sosyal nitelikteki çeşitli tehlikelerle (=rizikolarla) karşı karşıyadır. Can ve mal güvenliğini çeşitli şekil ve derecelerde tehdit eden bu tehlikelere karşı insanoğlu ve müesseseler devamlı mücâdele halinde bulunmuşlardır. Bu tehlikelerden doğabilecek maddî ve manevî zararlara maruz kalabilen bireyler, kendi varlıklarını devam ettirme içgüdüsüne dayanan bir korunma irâdesiyle, zaman içerisinde, bir takım mücâdele yollarına başvurmuşlardır. İnsan fıtratındaki bir özden neşet eden bu mücâdele duygusu tarihin ilerleyen devirlerinde tecrübeyle tekâmül edip, her ülkenin kendi kültür yapısına uygun olarak çeşitli şekillerde dizayn edilmeye çalışılmıştır.
Müslüman toplumlarda da İslam’ın ilk yıllarından itibaren günümüz ticârî sigorta şirketlerinin sunduğu hizmetleri, dinî sosyal güvenlik sistemleri olarak nitelendirebileceğimiz âkile, zekat, vakıflar, sandıklar, âhilik ve loncalar vb zorunlu ve/veya gönüllü kuruluşlar tarafından; karşılığı çoğu kez Yüce Allah’tan beklenilerek o günkü şartlarda ifâ ediliyordu.
Tarihi süreç içerisinde, teknik ve teknolojik alandaki yeni gelişme ve değişmeler, bir takım tehlikeleri de beraberinde getirmiştir. Tüm bu gelişme ve değişmeler karşısında, klasik müesseselerin fonksiyonlarını ifâ edememesinden doğan boşluklar, birey ve toplumları yeni arayışlara yöneltmiştir. Bireyler hayatta karşılaşabilecekleri tehlikelerin zarar ve masraf doğuran sonuçlarından kendilerini korumak için önceden tedbir alma ihtiyacı duymuştur. Toplumsal irâde halini alan bu ihtiyaç ve güven arama duygusu, zamanla sigorta kavramını da ortaya çıkarmıştır. Zira sigorta kavramının temelinde, aynı tehlikelere maruz kimseler arasında yerine göre karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın, istatistik, ihtimaller hesabı, büyük adetler kanunu gibi sosyal teorilere dayalı, teknik ve rasyonel bir şekilde organize edilmesi fikri yatmaktadır. Bu fikir, daha sonra, istatistikî kaide ve esaslara bağlı bir tekniğe dayanarak sözleşmeleri organize eden bir müessese vasıtasıyla, kaza ve kayıpların (potansiyel gelirin) zararını telâfi etme hususunda, karşılıklı ödeme esasına dayanan, zımnen yardımlaşmayı ve ticâreti gaye edinmiş, hukukî bir sistem haline getirilmiştir.
Sigorta, kurumsal bazda, hukukî yapısı itibariyle, “sosyal sigorta” ve “özel sigorta” şeklinde iki farklı disipline sahiptir. Buna göre devlet tarafından kurulan ve korunan “sosyal sigortalar”, çağdaş İslâm hukukçuları tarafından geniş tartışmalar neticesinde genellikle câiz görülmüştür. Zira yaşlılık, hastalık, işsizlik ve emeklilik gibi hususlarda devletin, vatandaşların sosyal güvenliğini temin için oluşturduğu sigortalara ödenen primler, bireylerin irâdelerine bakılmadan alındığı için bir tür “vergi” niteliğinde algılanmıştır.
Özel sigortaların hükmü konusunda ise, yine sigortacının hukukî yapısı ile ilgili ayırım özel bir önem taşımaktadır. Buna göre sigortacı, ya kâr gayesi güden bir “anonim” ticâri şirkettir, ya da “kooperatif” teşekkül tarzında organize olmuş bir ortaklıktır. Zira kooperatif teşekküllü sigortalarda gaye, sigortacının kâr amacı olmayıp, rizikoların gerçekleşmesiyle doğan zarar ve kötü sonuçların yükünün üyeler arasında paylaşılarak azaltılmasıdır. Bu tür sigortalar bir yardımlaşma ve dayanışma anlamı taşımakta olduğundan primler daha çok bir teberru niteliğinde algılanmıştır. Kooperatif teşekküllü sigortalar, bu şekilde üyelerin ortak faydasını koruduğu ve sigortacı ile sigorta edenler arasında karını düşünen aracı kurumların yokluğu sebebiyle İslâm hukukunun genel ilkelerine uygun bir sistem olarak görülmüş, neticede “kooperatif teşekküllü sigortalar” (yardımlaşma sigortaları) da, yine İslâm hukukçularınca genellikle câiz görülmüştür.
Çağdaş İslâm hukukçular arasındaki bu genel anlayış, “anonim şirketler” tarafından yürütülen “ticârî sigorta” işlemlerinin hükmü konusunda bozulmakta ve yerini derin bir fikir ayrılığına bırakmaktadır. Bu tür sigortaya yaklaşımları bakımından çağdaş İslâm hukuk bilginlerini de iki gruba ayırmak mümkündür.
Birinci grup İslâm hukuk bilginleri, hayat sigortası sözleşmesinde, İslâmın haram kıldığı, kumar ve bahis, garar ve cehâlet, ribâ ve fâiz gibi, sözleşmeden ayrılmayan (lazım) vasıfların varlığını iddia edip, daha çok inanç temeline dayalı kaderci bir yaklaşımın da tesiriyle, alternatif olarak özgün İslâmî kurumların teşekkül edilebileceğini öne sürerek, hayat sigortası sözleşmesini şans ve tâlihe bağlı sözleşme sayıp, haksız kazanca yol açabileceği endişeleriyle fâsid veya bâtıl görüp meşru saymamaktadırlar.
Diğer grup hukuk bilginleri ise, hayat sigortası sözleşmesini, temel ve tâlî kaynaklardan hareketle tek, iki ve çok taraflı benzer hukukî ilişkilere kıyas ederek, sözleşme serbestisi ilkesi gereği, hakkında yasaklayıcı nass da bulunmadığından yeni bir sözleşme addedip, her iki sigorta türünün de mahiyeti itibariyle aynı olup aralarında karakteristik bir farkın bulunmadığı, her birinin de sonuçta aynı kapıya çıkacağından, haksız kazanca yol açmamak (fâizden uzak olmak) kaydıyla meşru saymaktadırlar. Bunların da sayıları başlangıçta küçük bir azınlık olduğu halde son dönemlerde gittikçe artmaktadır.
Müslüman toplumların sigorta konusuyla ilgili olarak son yüzyıldaki teori ve pratiği dikkatle izlendiğinde Batı’dan alınan bu sisteme karşı önceleri çok daha güçlü direncin oluştuğu, iktisadi şartların ve ticârî ihtiyaçların gelişmesine palelel olarak bu konudaki tereddütlerin giderek azaldığı ve bazı teknik ayrıntılara ve dar bir alana münhasır kaldığı görülmüştür. Diğer bir ifadeyle, sigorta konusundaki çekimser ve muhalif tavır, ileri sürülen dini gerekçelerden ziyade Müslüman toplumların reaksiyoner yapısıyla, toplumsal bünyenin dış etki ve kurumlara karşı son derece duyarlı ve ihtiyatlı olup ancak belli bir test aşamasından sonra bünyesine alabilmesiyle daha yakından ilgilidir. Bunun için de, günümüz İslâm toplumlarında sigorta sisteminin kabul görmeye başlamasını Müslümanların dini hassasiyetlerini giderek yitirmesine, alternatif bir sistem üretemediği için mevcut durumu kabullenme zorunda kalmasına bağlamak yeterli ve tatminkar bir açıklama olmasa gerektir.
Hayat sigortası hakkında ileri sürülen görüşleri gücümüz nispetinde ortaya koyduktan sonra çalışmamızın esası hakkında şu tespitlerimizi yaptık.
Toplumların kültürel yapılarına uygun, fıtrî olan, sosyal güvenlik müesseseleri her devirde kesin bir ihtiyaç ve zaruret olmuştur. Bu ihtiyaç her ülkenin kendi sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, sosyo-politik ve demografik yapısına uygun olarak farklı bir denge noktasında çeşitli şekillerde dizayn edilerek giderilmeye çalışılmıştır. Ancak toplumsal dönüşüm ve değişimlerin paralelinde bu denge noktası da zaman içerisinde doğal bir değişim göstermiştir. Neticede son zamanlarda ekseri ülkelerde emekliliğin finansmanında, dağıtım metodundan, fonlama metoduna yöneliş ve fon yönetiminin de devletten özel sektöre geçmesi, maaş esaslı programdan, prim esaslı programlara yöneliş gözlemlenmiştir.
Bireysel ve toplumsal sorumluluk ilkesi gereğince, finans kurumlarının işlevini esas alan, istismara ve sömürüye mahal bırakılmayan, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma tekniği ile zorunlu tasarrufa teşvik eden, birey ve toplumların refahını sağlayabilecek müesseselerin kurulması da mümkündür.
İktisâdî açıdan farklı iki dünya görüşünü yansıtan zorunlu sosyal güvenlik müesseseleri ile ihtiyarı özel güvenlik tedbirleri, diğer bir ifade ile sosyal sigortalar ile özel sigortaları birbirinden ayıran kriterler kesin çizgilerle ifade edilemeyip, özü itibariyle aynı gayeye yöneliktir. Binaenaleyh aynı durum kooperatif (=yardımlaşma) sigortası ile ticârî sigortalar arasında da söz konusudur. Zira her ikisi de temelde aynı gayeye yönelik olup bedelli birer sözleşmedirler.
Günümüz iktisâdî hayatının en önemli unsurlarından biri haline gelen özel hayat sigortaları, bünyelerinde oluşturulan uzun vadeli fonlar sayesinde ülkelerin kalkınması, gelişme ve geri kalmış olmalarında da birer kriter haline gelmiş bulunmaktadır.
Ayrıca bütün müesseselerde olduğu gibi, hayat sigortası müessesesinde de insan faktörü, kanuni düzenleme ve boşluklardan kaynaklanan ve ihtilafa neden olan vasıfların hayat sigortasının aslından değil, ondan ayrılabilir vasfında bulunduğu, bunların da hükme varmada temel teşkil ettiği söylenebilir. Binaenaleyh toplumların kültürel yapılarına göre gelişmekte olan bu müessesenin zaman içerisinde geçirdiği merhalelerden birine takılıp kalındığı, bünyesindeki hızlı değişmeler nedeniyle pratikteki realiteler karşısında söylenenlerin çoğunun da geçmişte kaldığından, günümüzde dini açıdan sıcak bakılmayan özel meblağ sigortaları ile zorunlu emeklilik sigortası (SSK. ES. Bağ-Kur) arasında da karakteristik bir farkın bulunmadığı söylenebilir.
Tarih boyunca emek ve sermaye mücâdelesinin bir anlaşmayla sonuçlanması neticesinde günümüz dünyasında risk sermayesi (venture capital) denilen mudârabe ortaklığına doğru bir yöneliş gözlemlenmektedir. Bu duruma hayat sigortası şirketi açısından bakıldığında, anonim ortaklıkların karşılıklı yardımlaşma sigortası şekline dönüşmesi yanında, sigorta işletmeleri anonim özelliklerini korumakla birlikte, sigortalıları kâra ortak eden uygulamalara geçilmiş olmasıyla sağlanmıştır. Zira hayat sigortalarında aktüeryal verilerden hareketle hesaplanan sâfî primden ayrılan riziko primi sigortalılar arasında zımnen karşılıklı yardımlaşma esasına dayanmakta, ayrıca sâfî primden ayrılan tasarruf primlerinin ise toplanılan fondan yatırımlara yönlendirilerek elde edilen kâr, sigortalılar topluluğuna dağıtılmaktadır. Günümüzde daha çok karma yapıyla işlev gören hayat sigortaları, bazı ülkelerde “kardeşlik ortaklığı” şeklinde tanımlamıştır.
Geleneksel kültüründe sigortacılığın yerleşik olmadığı bir toplumda, risk yönetim zihniyetini geliştirmek için zorunlu sigortaya yer veren uygulama ve kurumların ihdas edilmesi uygundur.
Neticede hayat sigortası günümüzdeki çağdaş hukukçularının bazılarının ifade ettiği gibi ne sadece bir satım sözleşmesidir ne de sırf yardımlaşma sandığıdır. Belki temeli zımnî yardımlaşma ve müteselsil kefâlet ekseni etrafında odaklaşan kâr sâikiyle hedefini bulan bir tür irâdî zorunlu tasarruf sandığı mahiyetinde, emek-sermaye ortaklığı şeklinde organize edilen “fon yönetim esasına” dayalı, bir tür “özel sosyal güvenlik müessesesi”dir.
Günümüzde özel hayat sigortasının dinî hükmünü araştırırken daha önceki alimler zamanında mevcut olmayan bu problemi, genellikle, eski uygulamalarda emsal arama ve otoriter görüşlere dayandırma gayretiyle çözmenin sosyal hayatın önündeki önemli engellerden birisi olacağı kanaatindeyiz. Halbuki her müessese kendi zamanının hukuk sistemi ve şartları içinde değerlendirilmelidir.
Sosyal güvenlik tekniklerinden biri olan günümüz ticârî hayat sigortası, rizikoya karşı güvence ihtiyacından doğan, fonksiyonu, tehlikeyi önlemeyi değil; tehlikeden doğabilecek rizikolara karşılık olmak üzere ekonomik kaybın yerine belirli bir iktisâdî değeri getirmek suretiyle riziko zararlarını gidermeyi hedefleyen, bireylerin bedensel, ekonomik veya destekten yoksun kalma gibi zararlarını telâfi etme maksadına yönelik yardımlaşma ve ticâretin yan yana yürütüldüğü bir sistemdir.
Hayat sigortası sözleşmesi, bağımsız, nevi şahsına münhasır yen bir sözleşmedir. Bu nedenle, akid konusunu teşkil eden rizikonun, akid esnasında mevcut olmaması bu sözleşmenin karakteristik özelliğidir.
Günümüzde hayat sigortası ivazlı veya ivazsız olsun, iki disiplinin birleştirilerek yan yana yürütüldüğü, sosyal siyaset disiplini haline gelmiştir.
Başta istatistik ve aktüreya olmak üzere bir çok sosyal bilimi ilgilendiren bu problem hakkında ekip çalışması yapılmasının daha uygun olacağı kanaatindeyiz.
Bu çalışmamızın gelecekte hayat sigortası branşında daha detaylı çalışmalara katkıda bulunacağı ümidindeyiz. Saygılarımla. Prof. Dr. Hadi SAĞLAM. İslam Hukuku Anabilim Dalı BAŞKANI. İktisat / İlahiyat / Hukuk