Kader ve kaza meselesi imanın esaslarından sayılmış, itikadi bir ilke yapılmıştır. Bu ilke konusunda Müslümanların birlik sağlayamaması, farklı yorumların ortaya çıkması konusunun, objektif olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Keza bu konudaki ihtilaflar, bugün âdeta iftiraka dönüşmüş durumdadır. Kader konusunda Müslümanların iki farklı görüşe sahip olmalarının gerekçeleri, objektif olarak ele alıp kısa bir analiz yapmak istiyorum.
Birinci grup bilginler: Emevilerden Muaviye’nin, kader ve kaza ilkesini, siyaseten iktidarını devam ettirebilmek için bilinçli olarak yürürlüğe soktuğunu iddia etmişlerdir. Öyle ki gerekçeleri, Kuran’da imanın beş esasının bulunduğunu, ancak kader ve kaza konusunun bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda imanın ilkelerine, kader ve kaza ilkesinin eklenmesini de doğru bulmamışlardır. Bu ilkenin eklenmesinin sorumluluğu üzerlerinden atmak için siyaseten ilave edilmiş bir ilke olduğuna inanmışlardır.
Bu bilginler, Muaviye’nin iman esaslarına, kader ilkesini ilave ederek, başarısızlığının kadere fatura edildiğini ileri sürmüşlerdir. Sonuçta, sorumluluğun kadere fatura edilmesinin, suç ve günahın da kadere fatura edilmesini gerektirdiğini iddia etmişlerdir. Böylece iktidar, birey ve kurumlarının sorgulanmasının önüne bu kader anlayışıyla geçtiklerini ifade etmişlerdir. Sorumluluğu kadere yüklemekle, iktidarlarının sorguya çekilmesinden ve devrilmesinden korumuşlardır.
Keza bu tip kader inancı, cahiliyenin kader inancı olduğuna, böylece şirk koşulan bir yola yeniden sapıldığına kaildirler. Muaviye’nin bu kader inancını getirerek, iktidarında bir rahatlama sağlamış, sorumluluğun faturasını kadere kesmekle başarmışlardır. Böylece iktidarını devam ettirmiş, haksızlıklara karşı ses çıkarılmasının önü de kesmiş olduğunu iddia etmişlerdir. Bu yönden bu ilkenin inanç ilkesi yapılmasına karşı çıkmışlardır. Bu ilkenin ilave edilmesini, sorumluluktan kaçışın ifadesi olarak görmüşlerdir. Bunun için de çeşitli uydurma rivayetlere sığınmış olduklarını söylemişlerdir.
Sonuçta, sorumluluk hukukunda bir gedik açılmış, kendi sorumluluklarını kadere yüklemiş olduklarını dile getirmişlerdir. Böylece halkın isyanını önlemişler, iktidarlarının kötü gidişinin Allah’ın kaderinin bir sonucu olduğuna, sorumlusunun Allah olduğuna inandırmışlardır. Allah’a herkesin boyun eğmesi gerektiğinden; kötülük ve günahlarını Allah’ın kaderine yüklemişlerdir. Sonuçta kader ve kaza rayında ciddi makas değişimi yaşandığını ileri sürmüşlerdir.
Zaman sonra bütün kötülük ve haddi aşmalar, kader kavramı içinde mütalaa edilmeye başlandığını, hatta kendi elimizle kendimizi tehlikeye attığımız durumların bile kader kapsamına sokulduğunu, adeta insanlardan sorumluluğun kaldırılmış, suç ise kadere yüklenecek kadar ileri gitmişlerdir. Sorumluluğun ötelenmesi ve takdire bağlanması, suçun başkalarında ve kaderde aranması işimizi kolaylaştırmışa görünmektedir. Bu iddiaların gerçek olup olmadığı akademisyenlerin objektif çalışmalarını beklemektedir. Biz kader ve kaza konusunda iki farklı anlayışı objektif olarak takdim etmeye çalışmaktayız.
İkinci gurup bilginler: Kader ve kazanın imanın altıncı ilkesi olduğuna, kader ve kaza inancının imanın şartlarından olduğuna, bu ilkeye iman etmeyenlerin, imanın şartlarını yerine getirmediği ve Müslüman olmadığına inanırlar. Genellikle Müslümanların, bu ilkeye iman etmiş olduklarını da ileri sürerler. Bu birinci görüşe karşı çıkan çoğunluk Müslümanlar, Allah her şeyi ezelden kader ve kaza olarak bildiğini, Allah’ın kıdem ve beka sıfatlarının gereği, insanların dünya hayatındaki kararları dâhil bilebileceğini, kendi elinde olmayan doğum ve cinsiyet gibi konulara kader denileceğini, kendi cüzi iradesinin kararlarının bile sonuçta kader olacağını dile getirerek, klasik dönem kader anlayışını aynen savunanların ekseriyeti teşkil ettiğini ileri sürmektedirler.
Sonuç olarak imanın şartlarından olan kader ve kaza ilkesine başka anlam verenlerin; İslam’ın inanç ilkesine fitne soktuklarını ve İslam’ı inkâr etmiş olduklarını iddia ederler. Bu grup bilginlerin, iman esaslarından kadere iman esasını reddettiklerinden, kâfir sayılacaklarını ileri sürerler. Müslümanların ilkelerindeki bu farklı yorumlar, birlik ve beraberliğimizi sarsmakta olduğu da anlaşılmaktadır.
Sonuçta, dünden bugüne, sorumluluğun Allah’a mı yoksa kula mı ait olduğu meselesi sürekli tartışıla gelmiştir. Fillerimizden Allah mı sorumludur yoksa kul mu sorumludur konusu hep tartışılmıştır? Fiillerimizin sorumluluğunu Allah’a bağlıyorsak, sorumluluğu Allah’a yüklüyoruz demektir. Kullara bağlıyorsak; sorumlunun cezasını da vermek gerekmektedir. Allah (cc) kullarının yaptıklarından hesaba çekileceğini beyan buyuruyor. Desene zamanla insan, kendi hatasının sonuçlarını bile Allah’a yüklemiştir. Kendi elleriyle kendini tehlikeye atsa bile kadere yüklemiştir. Size bir iyilik isabet ederse Allah’tandır. Bir kötülük de isabet ederse kendinizden biliniz, ayetine de ters düşülmüştür. Bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz ayetine de adeta isyan etmişlerdir.
Desene fiili dua ile sözlü dua arasındaki fark ne ise, tedbir ile takdir, kader ile kaza arasındaki ilişki de aynı olsa gerektir. Oysa kader, doğaya konulmuş yasalar, düzenler ve planlar olarak bilinmektedir. Fiili dua yapmadan sözlü duanın kabul edilmesi nasıl ki mümkün değilse, tedbir almadan da takdire sığınmak aynı hata olsa gerektir. Sorumluluğu başkalarına atarak kendimizi kurtarmak gibi yanlış yollara saptığımız da görülmektedir. Bu takdirde en günahkâr ve en hatalı kimse ise kaderin olduğu, sonuçta Allah olduğu da ortaya çıkmaktadır. Haşa…! Bu konu kelamcıları ilgilendirdiğinden haddimi de aşmak istemiyorum. Her iki tarafın görüşlerini objektif olarak verdikten sonra bu kadarla iktifa ediyorum. Saygılarımla.