Despite my thirty years of research into the feminine soul, I have not been able to answer… the great question that has never been answered: what does a woman want? (Otuz yıldır kadın ruhunu incelememe rağmen, hiçbir zaman cevaplanamamış olan büyük soruyu ben de cevaplayamadım: Bir kadın ne ister?) [Sigmund Freud]
Bugün tepki alacağıma yüzde 100 emin olduğum bir yazı yazmaya karar verdim. Tabii tepki almak her zaman haksız olduğunuzu göstermez. Sadece, tepki gösteren grubun o konudaki hassasiyetinin bir ifadesidir. Tepki gösterenlerin hassasiyetleri de her zaman haksız değildir. Dolayısıyla yazdıklarınız da yanlış olabilir. Zaten yazı yazmak da böyle bir şey değil mi? Doğru olduğunu düşündüğünüz bir şeyler yazarsınız, okuyucu onu kendi bilgi ve düşünce süzgecinden geçirir, ondan sonra da kabul eder veya reddeder.
Lafı dolandırmamın nedeni konunun hassasiyeti ve netameli olması. Konu “kadınlar”. Daha doğrusu, “kadın hakları”. Daha da doğrusu, kadınlara yapılan haksız “pozitif ayırımcılık” teklif ve uygulamaları. “Şimdi bu nereden çıktı?” denilecek olursa; aslında bu yeni çıkmadı. Bir süredir bu konuya temas etmeyi düşünüyordum, ama bugünlerde okuduğum bir kitap, partilerin aday belirleme sürecindeki bazı uygulamaları ve Medimagazin köşe yazarlarından Prof. Dr. Ayşe Akın hocanın yazısı üst üste gelince, “gün bugündür” dedim. Prof. Akın’ın köşesini okuyanlar bilir. Sayın hocamızın köşesinin adı “Sağlığa Bakış” olsa da, aslında kendisi daha çok “kadın sağlığına bakış” yapmakta. Prof. Akın’ın Medimagazin’deki yazı arşivine bakıldığında bugüne kadar yazdığı yazıların yarıdan fazlasının doğrudan, geri kalanının da dolaylı olarak ‘kadın’ ve/veya ‘kadın sağlığı’ ile ilişkili olduğu görülecektir. Tabii burada, “Neden herhangi bir derginin herhangi bir yazarı da ‘erkek’ ve ‘erkek sağlığı’ savunuculuğuna soyunmaz?” diye bir soru akla geliyor.
Bu yazının, Medimagazin köşe yazarları arasında var olduğunu bildiğim -ve de bilmediğim- potansiyel kadın hakları savunucularını harekete geçireceğini biliyorum. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında başlayan ve erkeğe karşı bir ‘öfke’ ve ‘intikam’ hareketi olarak gelişen ‘feminist hareket’ -hadi bir halk sağlığı terimi ile ifade edelim- bir pandemiye dönüşmüş durumda ve bunun ‘sempatizanlar’ı her yerde.
Kadınlar çağlar boyu her toplumda ciddi sıkıntı, mağduriyet, ayrımcılık ve buna benzer olumsuz uygulamalara maruz kalmış. En çok da Batı toplumlarında yapılmış bu. Bunu salim düşünen ve hakkaniyet sahibi herkes kabul etmiş durumda. Muhtelif dönemlerde ve muhtelif bölgelerde bazı insanlar sırf cinsiyeti, dini, ırkı, siyasi görüşünden dolayı zulüm ve ayrımcılığa uğramıştır. Bu hâlâ da devam etmektedir. Zaten bu yüzden de “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” yayınlanmış ve medeni olan her ülke ve kişi bunu kabul etmiştir. Şimdi bunun üzerine hâlâ neden, bir tür insan olan kadının, ayrıcalık istemeye hakkı olsun ki? İlan ve kabul etmişiz; “Hiç kimse inancı, cinsiyeti, ırkı, sosyal statüsü, ekonomik durumu ve siyasi görüşü yüzünden ayrımcılığa uğrayamaz ve de eşit muamele edilme hakkına sahiptir.” Bunun üstüne bir kez daha, muhtelif ırkların, muhtelif dini inançların, muhtelif siyasi görüş sahiplerinin “ayrımcılığa uğrayamayacağına ve eşit muamele edilme hakkına sahip olduğunu” söylemeye gerek var mı?
Bilmiyorum başka bilimsel toplantılarda oluyor mu ama ulusal ve uluslararası biyoetik toplantılarında son yıllarda “feminist perspective” (feminist bakış açısı) oturumları zuhur etti. Bu ne büyük ayrımcılıktır? Feminist kelimesinin karşıt anlamlısı nedir bilmiyorum ama, “erkeksi bakış açısı”nın ortaya koyulduğu bir oturumun olmadığı yerde, neden “feminist bakış açısı” olsun ki? Erkeklik veya kadınlık, dini inançlar, politik ideolojiler, felsefi bakış açıları, milli aidiyetler gibi sonradan kazanılan bir şey değil ki bunun için ayrı bir başlık oluşturulsun. Her şeye ve her olaya bir “kadınca” ve “erkekçe” bakış olabilir ama bu, kendi içinde bile farklılıklar gösterir. Öyle uniform, standart, belli ilkeleri olan örgütlü bir ideoloji haline getirmek mümkün değildir.
Kısacası, demek istediğim, kadın hakları insan haklarından ayrı bir şey değildir. Kadın da erkekten daha az veya daha çok önemli ve değerli değildir. Nasıl ki belli bir ırk, din, milliyet ve politik ideolojiyi ön plana çıkarır şekilde akademik üretim yapmak ve akademik pozisyon almak kabul edilebilir değilse, belli bir cinsiyeti -ki bu çoğu zaman kadın cinsi olmakta- önceler şekilde akademik üretim yapmak ve akademik pozisyon almak da kabul edilemez. Bu durumda düpedüz ayırımcılık yapılmış olur. Denilecek ki “zaten biz de kadınlara pozitif ayırımcılık yapılsın istiyoruz.” Her kurumda bir ‘kadın kotası’ olsun. Resmi ve özel kurumlarda ‘özürlü kotası’ olduğu gibi. Böyle bir şeyi kabul etmek mümkün değil. Muhtemelen kadına ve kadın kimliğine saygısı olan hiç kimse de böyle bir şeyi kabul etmez.
Siyasi partiler bugünlerde milletvekili adaylarını belirleme süreci içindeler. Her siyasi parti ne kadar çok kadını Meclis’e sokma çabası içinde olduğu ile övünüyor. Bazı partiler kadın aday adaylarından yarım başvuru ücreti alıyor, bazıları da hiç ücret almıyor. Bilemiyorum üzerine para veren de var mı? Aslında bu da kadına karşı yapılan büyük bir saygısızlık. Ha bir kadının şahitliğini iki erkeğe eşit saymışsın, ha bir erkeğin verdiği para ile iki kadını aday adayı olarak kaydetmişsin. Sanki 2 kadın = 1 erkekmiş gibi.
Doğrusu kadınların illa ki siyasete girmesi gerektiği fikrinin arkasındaki düşünceyi de anlamak mümkün değil. Kadınlar siyasete de, üniversiteye de, mülkiyeye de, adliyeye de, iş hayatına da ve diğer bütün alanlara da girebilir veya girmeyebilir. Bu her kadının kişisel kararı ve tercihidir. Sonuna kadar saygı duyulması ve desteklenmesi gerekir. Ama bunu “illa ki böyle olmalıdır” deyip, kadınları söz konusu alanların kurtarıcıları olacakmış gibi sunmak ve bu hedefe ulaşmak için pozitif ayrımcılık yapmak neyin nesi? Bakın Mustafa Kemal Atatürk kadının siyasete girmesi ve seçilmesi ile ilgili ne diyor: “Türk kadınları…milletin vatandaşlara tahmil ettiği vazifelerin hiçbirinden kendilerinin uzak bırakılmayacağını düşünmelidirler. Çünkü vazife mukabili olmayan hak mevcut değildir.” Atatürk, 30 Haziran 1933’de Ankara Hukuk Fakültesindeki kız öğrenciler milletvekili olmak istediklerini söylediklerinde “Niçin mebusluk istiyorsunuz da askerlik istemiyorsunuz?” diye biraz da kızgınlıkla sorar (1). Kasım 1934’de Ankara Kız Lisesini ziyareti sırasında kız öğrencilerin sıkıştırması üzerine, “Mebus seçer ve mebus olursunuz; fakat aynı zamanda asker de olacaksınız” demek zorunda kalır (2-3). Bilindiği üzere Türk kadını 1934’te seçilme hakkını elde etti, ama askerlikten ‘yırttı’. Hazır konu seçme seçilme hakkına gelmişken birçok kişi tarafından yanlış bilinen bir gerçeği dile getirerek yazımızı bitirelim. Hep söylenegelmiştir, “Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı dünyadaki pek çok gelişmiş ülkeden önce verilmiştir” diye. Bunun tarihsel olarak doğru olup olmadığı bir yana, kadınlara seçme seçilme hakkının er veya geç verilmiş olmasına belli bir anlam yüklenmesi aslında isabetli değil. Yani, kadının bu hakkını erken teslim eden ülkelerin daha az veya daha çok medeni olduğunu söylemek mümkün değil. Biraz sonra vereceğim listede görüleceği gibi, kadınlara siyasi haklarının verilmesi sıralamasında gelişmiş denilen ülkeler geri sıralarda, aksine, azgelişmiş denilen ülkeler ön sıralarda bulunmakta. Zaten kadın devlet veya hükümet başkanı denilince ilk akla gelenlerin, Fransa, ABD, Japonya, İspanya, İsviçre gibi ülkeler değil de, Pakistan, Sri Lanka, Bolivya, Nikaragua, Dominik Cumhuriyeti, Brundi, Ruwanda, Bermuda, Haiti, Moğolistan, Bangladeş, Filipinler, Endonezya, Arjantin, İsrail, Hindistan -ve tabii Türkiye- olması da durumu yeterince açık hale getiriyor. Neyse ki, İngiltere ‘80’lerde, Norveç ‘90’larda, Almanya ve Finlandiya’da 2000’lerde birer kadın başkan seçti de ‘medeni dünya’nın şerefini kurtardı.
İşte genel seçimlerde kadınlara seçilme hakkı veren bazı ülkelerin yıllara göre sıralaması: Y. Zelanda (1893), Finlandiya (1906), Hollanda (1917), Letonya (1917), İngiltere (1918), Çekoslovakya (1918), ABD (1920), Moğolistan (1924), Ekvator (1929), Brezilya (1932), Tayland (1932), Küba (1934), Türkiye (1934), Fransa (1945), İtalya (1945), Belçika (1948), İsviçre (1970) (4). Sonuç olarak; kadın ve erkek, genlerinden getirdikleri ve doğalarında var olan kendine özgü karakter ve yetenekleri ile bir diğerinden farklı fakat aynı zamanda birbirinin tamamlayıcısı olan, bazı yönleri ile birinin bazı yönleriyle de diğerinin üstün olduğu, dolayısıyla da her birinin daha iyi veya daha kötü yapabileceği işlerin bulunduğu, birbirine benzeme ve birbiriyle ‘yarışma’ çabasının onların doğalarını zorlayıp onları ‘deforme’ etmekten başka bir işe yaramayacağı iki insan cinsiyetidir. Hiçbir cinsiyete bir diğerine göre ayrımcı (discriminatory) ya da ayrıcalıklı (concessive) davranılmamalıdır, çünkü hiçbiri diğerinden daha özel veya üstün değildir. Pozitif ayırımcılık kadına karşı yapılan bir aşağılamadır, çünkü sistematik cinsiyet ayrımcılığının yapılmadığı hiçbir yerde -ki bu anayasal ve evrensel bir suçtur- kadının bu imtiyaza ihtiyacı yoktur. Bir kurumda -üniversite, parlamento, adliye, askeriye, hariciye, mülkiye, eğitim, sağlık, vs.- kadın sayısının az veya çok olması ilerlemişlik veya geri kalmışlığın olmadığı gibi, başka hiçbir şeyin de göstergesi değildir. O yüzden sloganımız; “Haydi Çocuklar Okula”…
(1) Mustafa Armağan. Küller Altında Yakın Tarih. Timaş Yayınları. İstanbul, 2006:30-37.
(2) Mahmut Goloğlu. Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938). Ankara, Goloğlu Yayınları. Ankara:149.
(3) Hasan Ünder. “Atatürk ve Kadınlara Askerlik.” Tarih ve Toplum Dergisi. 195;2000:51-58.
(4)Marilyn J. Boxer ve Jean H. Quataert. Connecting Spheres: European women in a global world, 1500 to the present. New York, Oxford University Press, 2000:218.