Sağlık hizmetlerinin sunumunda, hekimi merkeze koyan ve hastaya odaklanan iki farklı felsefi arka plan (paradigma) söz konusudur. Bunlardan daha yaygın olan hekim merkezli tıp uygulamalarında teşhis-tedavi sürecinde aktif olan, yönlendirici, hatta belirleyici olan hekimdir. Bu modele göre, hekim daha önceden edindiği bilgi ve birikimlerinin ışığında kendisine başvuran hastasını muayene eder, tanı ve tedavi için gerekli gördüğü girişimleri planlar ve hastadan bunlara tam bir itaat ister. Hasta, hekimle karşılaştığı andan itibaren bütün inisiyatifi hekime verir ve tamamen edilgen bir konuma itilir. Soruları hekim sorar. Kararları o verir. Hekimin otoriter pozisyonu, çoğu kez yüz ifadesine ve ses tonuna bile yansımıştır. Genellikle emirler vererek konuşur, zaten pek fazla da konuşmaz. Hastasının, her dediğine itirazsız ve mutlak olarak itaat etmesini bekler. Onun soru sormasını bile, mesleğine müdahale ve otoritesine başkaldırı gibi algılar. “Geç şuraya!” “Aç sırtını!” “Git bu tahlilleri yaptır” “Al bu ilaçları kullan” üslubu çok alışılmıştır. Hastanın bu direktiflerinden birine karşı tereddütlü davranması durumunda, hekim sinirlenir veya hastasını refüze eder.
Hasta merkezli tıp pratiğinde ise, hasta, hekim otoritesi gölgesinde kalmaktan korunmuştur. Hastalara sorunlarını rahatça ifade edebilmeleri için yeterli süre verilir; kafalarındaki her türlü soruyu sormaları için cesaretlendirilir; yakınmaları ve sağlığı hakkında ayrıntılı sorular sorularak hastanın hastalığıyla ilgili tüm algı, düşünce ve yorumları öğrenilir. Hekim bir taraftan hastalığın ne olduğu sorusuna yanıt ararken; diğer taraftan hastalığın hasta tarafından nasıl algılandığı ve hastanın yaşamında ne tür değişiklikler meydana getirdiği, onun için ne anlam taşıdığını öğrenmeye çalışır. Çünkü, hasta merkezli tıpta, hekimin görevi hastalığı tedavi etmek değil, hastayı tedavi etmektir. Sadece sorunu gidermekle yetinilmez; sorunun yol açtığı tüm olumsuz sonuçların ortadan kalkması için çaba sarf edilir. Bu bakımdan, hekim öncelikle hastanın dünyasında sorunun boyutlarını tüm ayrıntılarıyla tespit etmelidir. Tanı tedavi sürecinde hastayla ilgili her türlü karar, hasta tarafından verilmelidir. Hekim hasta yerine karar vermek yerine; hastanın doğru kararı verebilmesi için onu bilgilendirmeli, farklı seçenekleri, alternatif yaklaşımları getirisi götürüsüyle birlikte ona açıklamalıdır.
Hasta odaklı yaklaşım daha insancıl olandır. Kişinin, vücudu, yaşamı ve geleceği ile ilgili karar sürecinde, tamamen dışlanması kabul edilemez. Yaşamsal sonuçlar doğuran tıbbi kararlar, bundan yarar veya zarar görebilecek konumdaki hasta tarafından verilmelidir. Hastaların adeta nesneleştirildiği hekim baskın yapılanmada, hastalar çok mağdur olabilirler.
Geçmişteki bire bir insani ilişkiye kıyasla, günümüzde hekim ile hasta arasındaki ilişki, hasta açısından çok daha zor, karmaşık, akıl ermez ve güç yetirilemez durumdadır. İleri ve pahalı tıp teknolojisi, sermaye kontrolünde ve para kazanmaya dönük sağlık organizasyonu; harcamaları minimalize etmede ustalaşmış özel sigorta şirketleri ve aşırı uzmanlaşma karşısında hastalar, kendi çıkarlarını koruyamayacak konuma itilmişlerdir. Hasta, bilgisi, becerisi olmayan bir konumda, vazgeçilemez, ertelenemez gereksinimlerini karşılamak zorundadır. İhtiyaç duyduğu hizmeti verecek olan hekim karşısında boynu büküktür, muhtaçtır, edilgendir.
Tıp, doğası itibariyle otoriter bir meslektir. Hastanın sosyal, ekonomik, politik veya hiyerarşik konumu ne kadar yüksek olsa da, hekime başvurduğunda, otoritesini kabullenmiş olarak ondan yardım istemektedir. Yaşamsal öneme sahip; tüm değerlerini uğrunda tereddütsüz harcayabileceği; vazgeçilemez, ertelenemez durumdaki sağlık gereksinimini, hekimin dışında bir yerden karşılaması da mümkün değildir. Bu konuda eşi, dostu, yakınları ona yardım edemeyecek konumdadırlar. Hekim, onu hiç hoşlanmadığı tedavilere, cerrahi işlemlere zorlar, vücut bütünlüğüne müdahale eder. Keyif aldığı şeyleri yasaklar, nefret ettiği şeylere zorlar, özel yaşamını sorgular, sınır tanımaz. Fakat hasta, bu otoriteye karşı çıkamaz. Tam aksine, “baş üstüne” der gönüllülükle kabullenir.
Fakat hekimler, mesleklerinin buyurgan yapısına tıp etiğinin ilkeleri ile karşı koyarak teraziyi dengelemelidirler. Aksine, “güç bende!” psikozuyla hareket edilirse, hastanın hekim karşısında haklarını koruması imkansızlaşır. Bundan dolayı hekim-hasta arasındaki ilişki, geçmişte olduğu gibi sadece tıbbi etiğin konusu olmaktan çıkmış ve günümüzde hukuki düzenlemelere konu olmuştur. Ülkemizin de dışında kalamayacağı hasta hakları ve malpraktis ile ilgili uluslararası hukuki normlar, sadece hastalar için değil; hekimler açısından da tıbbi bakım sürecinde hasta rolünün arttırılmasını gerekli kılmaktadır. Tıbbi kararların hastaların katılımıyla verilmesi, hekimin ortaya çıkabilecek komplikasyon ve diğer olumsuz sonuçlar karşısında kendisini hukuk önünde savunabilmesi için şarttır. Bu bakımdan, günümüz hekimi, geleneksel baskın rolünden vazgeçmek, hastasının tıbbi bakım sürecinde daha etkin bir rol üstlenmesini teşvik etmek konumundadır.