Temel tıp kuralları, klasikleşmiş bilgiler, yazılı ya da yazılı olmayan tecrübeler biz hekimlerin anatomi gibi ebedi meşalesi olmuştur ve olmaya devam edecektir. Yapılan gerek klinik gerekse deneysel araştırmalar ise bu yolda bizlere ışık verir, yön, yol ve yordam gösterir, yeni yeni prensiplerin oluşmasına ve klasikleşmesine vesile olur.
Bir bilgi ve metodun evrensel klasik özellik kazanabilmesi, uzun soluklu ve çok merkezli araştırmaların müspet sonuçlar vermesi ile mümkün olabilir. Uzun vadeli klinik-ilmi sonuçlar elde edilmeden, zihinlerdeki sorular cevaplandırılmadan ve karşıt görüşler bilimin ışığında izale edilmeden, bir tecrübenin, bir görüşün ve bir bilginin klasik olduğundan bahsetmek mümkün değildir. Yine de, “klasik bilgi” diye kabul edilen bazı prensiplerin, zamanla yapılan çok ciddi araştırmalarla, klasik olma özelliğini kaybedebileceğini de akıldan çıkarmamak gerekir. Zira, dogmanın aksine, bilimde son nokta yoktur, labil olup, stabilite söz konusu değildir ve tekamül sarsılmaz bir kaidedir. Değişmeyen yegâne şey ise, “değişim”in bizatihi kendisidir.
Ancak, paranın ve bununla bağlantılı olarak, etkin güçlerin yönettiği kapitalist dünyanın bütün ülkelerinde, eğitimden gıdaya, kullandığımız otomobilden cebimizdeki telefona kadar, hayatın her alanında olduğu gibi, tıpta da para eksenli reklam ve MODA rüzgârı esmektedir. Bu rüzgâr, dün estiği gibi, bugün de esmekte, yarın da esmeye hep devam edecektir.
Yeri gelmişken, kulaklarımıza küpe olması açısından, yıllar önce fiair Nedîm’in, sanki o zamandan bugünleri görmüşçesine, uyarı amacı ile yazdığı;
“Bu imtidâd-ı cevre ki bahtın şitâbı var.
Mihnet-medâr olan feleğe intisâbı var.
Eyler nesîm-i subhu bize gird-i bâd-ı gam,
Bu rûzigâr-ı bî-mededin inkılâbı var."
şiirini burada sizlerle paylaşmak isterim. Hekimleri, hikmet ve gayret sahibi, san’atla yakın ilgili ve yüksek kültürlü insanlar olarak gördüğümden ve meslektaşlarıma saygısızlık olarak telakki edilebileceği düşüncesi ile, bu rubainin günümüz Türkçesi ile açıklamasını yapmıyorum. Lem’i Atlı tarafından muhteşem bir Uşşak ile bestelenmiş olan bu eserin, Cumhuriyetimizin ilk yıllarına ait oldukça enteresan bir hikâyesi olduğunu da, bir çoğumuz iyi bilir.
Bu hususta, özellikle yoğun bakım, klinik, poliklinik, laboratuvar ve cerrahi alanlarında, sanatlarını icra eden meslektaşlarımıza düşen, bu tıbbi Moda rüzgârını çok iyi kullanıp değerlendirmeleri, rasyonel davranabilmeleri, ahlak, bilim ve tecrübeden asla taviz vermemeleri, her yazılana inanmamaları, her yazılanın ve söylenenin doğru, her yazılmayanın ve söylenmeyenin de yanlış olmadığını unutmamalarıdır.
Nitekim, tıp dünyasında onlarca yıldır her derde deva(!) kullanılan bazı ilaçların, daha sonra hiçbir etkisinin bulunmadığını da öğreniyoruz. Bazı araştırmaların ve özellikle istatistiklerin arka odalarında, hedeflenen planlar çerçevesinde nelerin döndürüldüğü, biyoyararlılık, komplikasyon, ters etkileşim, etkin doz ayarı, standart değerler, kritik kan seviyeleri, tedavi süresi, yan etkiler ve endikasyon alanlarının belirlenmesinde ne gibi kriterlerin ön plana çıkartıldığı, konunun aşınası ekonomist ve patronların yanında, birçok bilim adamı ve akademisyen tarafından da çok iyi bilinmektedir.
Sadece tıbbi değil, her alandaki modayı(!) takip ederken, ilmi, ahlaki, ulvi, milli ve sosyo-kültürel değerlerimizden ve prensiplerimizden asla taviz vermemeyi kendimize şiar edinmeliyiz.
Yine bir yeni rubaimize yer vererek yazımızı noktalayalım.
Kabrime Talkın!
Sevdamı mısralara, nakş ettim lime lime.
Kabil değil rekabet sadakatte sevgime.
Göz yaşımla yıkanmış mendil, ahıma kefen!
Oku rubai nefes, talkın olsun kabrime.