Değerli dostlar, iyi bir Mart ayı geçiriyor olmanızı ümit ederek, sizleri selamlıyorum.
Bu ay sizlere, geçen Haziran ayında ilk bölümünü okuduğum kitaplardan biri olan ve
Medimagazin’de de tanıtılan, editörlüğünü meslektaşımız Prof. Dr. Sayın İlknur Aslanoğlu’nun yaptığı “Tıp Bu Değil” isimli çalışmanın ikincisinden bahsetmek istiyorum.
Bu kitabın, tıp ile ilgili son yıllarda düşündüklerime adeta tercüman olan bir çalışma olduğunu eski yazımda da belirtmiştim.
Bu yazıyı, bir 14 Mart Tıp Bayramı günü yazıyorum. Bugün, “Bunca sorun içinde bayram mı kutlanır?” tartışması yine devam edecek. Bense, size böyle bir günde ancak “Böyle bir kitap okuyun.” tavsiyesinde bulunabilirim.
Bu noktadan sonra kitaptan alıntılar yaparak devam edeceğim. Herkes (özellikle de sağlık çalışanları) bir şeylerin yolunda gitmediğinde hemfikir. İşte bu kitap, bilinen sorunlara farklı bir açıdan yaklaşıyor. örneğin; Prof. Dr. Sayın İlknur Aslanoğlu, bilinen sağlık hizmetleri örgütlenmesine şu önerileri getiriyor: Yerel hekimler (aile hekimleri) ile uzman hekimler arasında eğitim ve örgütlenmeyle bir birleştirme gerekliliğini savunuyor. Yine günümüzde şiddete varacak denli büyük sorunlar yaratan hekim-hasta ilişkilerini düzenleyebilmek için tıp fakültelerinde öğrenci ve asistan hekim düzeyinde iletişim ve davranış bilimleri eğitimlerinin gerekliliği üzerinde duruyor. Tedavi endikasyonlarının ise net olarak belirlenmesi gerektiğini, yani şart değilse yapılmaması gerektiğini belirtiyor. Belki artık unutulan antik çağlardan beri süre gelen “Primum non nocere” düsturunun yeniden hatırlanması gerekmekte.
Yine, kitabın içeriğinde bilim ve bilimsellik terimleri farklı açılardan tanımlanıyor. Hiçbir bilimsel paradigma, teori veya kanunun değişmez veya değiştirilemez olamayacağı belirtilirken, değişim için sadece gerçek bilimsel bulguların yeterli olacağının altı çizilmekte. Tıp bilimine yapılacak en büyük kötülüğün de, değişmez olduğu iddia edilen bazı kurallar veya kanunlar konulması olduğu anlatılmakta. Bu tür iddiaların çoğunlukla tıp sektörünün 8 milyar kişiyi ilgilendiren dev bir pazar olması ile ilgili olduğu da açıklanmıştır. Bu pazarın sürekli olarak kazancı yüksek, ancak kesin sağaltıma yaramayan ilaçlar üzerine yöneldiği, kar getirmeyen yoksul dünyanın kronik hastalıklarının ise sürekli göz ardı edildiği yine örneklerle açıklanmaktadır. ülkelerin sağlık harcamalarının sürekli artmasına karşın hastalıkların ve hastaların bu artışa paralel olarak sürekli artışının bu duruma en iyi örnek olabileceği belirtilmektedir. Bir parazitolog (yoksul dünyanın enfeksiyonlarını araştıran) ve bu konuyu defalarca dile getirmiş biri olarak benim görüşüm de ne yazık ki bu yöndedir.
Bir başka değerlendirilen konu da, bilgiye ulaşmada “yanlışlamacılık (falsificationism)” olmuştur. Yanlışlamacılığın önemini bilimsel olarak kavrayan ve bilim felsefesine biraz yakın bir kişinin her koşulda ileri sürülen yeni düşünceleri dikkate alarak “önemli olanın konunun teorik olarak sayısız kez doğrulanması değil, bir kere olsun yanlışlanabileceği” gerçeğini kabul edeceği de belirtilmektedir. Bu durumda, bir bakıma “kanıta dayalı tıp”ın ne denli önemli olabileceği ortaya çıkmaktadır.
Kitapta ele alınan konulardan biri de, bir eğitimci olarak bizi doğrudan etkileyen “Tıp Eğitimi”. Tıpla ilgili söylenen belki de en doğru cümlelerden biri “sürekli değişen, gelişen ve kendini sürekli yenileyen bir bilim” olduğudur. Ne yazık ki, tıp eğitim sistemimiz çok uğraşmamıza rağmen bu tanıma pek yaklaşamıyor. Oysaki eğitim sistemimizde kendini sürekli güncelleyen, yenileyen ve bunları öğrencilerine aktarabilen yeni nesil öğretim üyelerine ihtiyacımız var. Peki, neden bu tür öğretim üyelerimiz eksik? Bu sorunun cevabını ise ne yazık ki benim ilk yazımda konu ettiğim sosyolojinin temel kavramlarından biri olan “Maslow teorisi veya ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi” adı verilen ve Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında ortaya atılan, sonrasında da geliştirilen bir insan psikolojisi teorisinde aramak gerekmektedir. Maslow teorisi, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamalarıyla, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha üst ihtiyaçları tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o an için başat olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söz konusu etmektedir. Basitçe de diyebiliriz ki, maddi tatmin olmadan bilimsellikten söz etmek pek de mümkün değil.
Bu konuları ve fazlasını kitapta bulmak mümkün. Tüm meslektaşlarıma ve gerçek tıbba ilgi duyan herkese tavsiye ediyorum. Yazarlarına bir kez daha teşekkür ederim.
Esen kalınız.