Tarihte kadavra üzerinde belgelenen ilk çalışmalar Kadıköy’lü (Chalcedon) Herophilos (M.Ö. 335-280) tarafından yapılmıştır. Bergama’lı (Pergamon) Galen (M.S. 131-201) insan cesedi üzerinde araştırmaya izin verilmeyen dönemlerde çoğunluğunu hayvan ölüleri üzerinde yaptığı deneylerle bu çalışmalara katkı sağlamıştır.
Eski Mısır’da ise diseksiyon sadece mumyalama amacıyla kullanılmış; bunu Türk-İslam dünyasının 980-1037 yılları arasında yaşamış olan ve Kanun Fi\’t-Tıb kitabı ile yıllarca batı tıp fakültelerinde ün kazanmış bilgin ve filozofu İbni Sina’ nın gayretleri izlemiştir.
Latinceye tercüme edilen bu eser, 17. asrın sonlarına kadar Avrupa’daki ilk tıp fakültelerine sahip olan Montpellier ve Louvain Üniversitelerinde okutulan mecburi ders kitabı olmuştur. Dünyada en çok okutulan bu tıp kitabının en önemli özelliği İbni Sina’nın gerçekleştirdiği az sayıda da olsa otopsi sonuçlarının yansıtılmış olduğu gerçek anatomi bilgileridir.
Bununla birlikte, tıpta diseksiyon bugünkü anlamında sağlıklı bir yapıya Rönesans’a kadar kavuşamamıştır. Rönesans’la beraber 14-16. yüzyılda dinin baskılayıcı etkilerinden kurtularak insan bedenini keşfetmeye yöneliş gerçekleşmiştir. Leonardo da Vinci (1452-1519) ve Andreas Vesalius (1514-1564), kısıtlı insan anatomisi bilgilerinden ileriye giderek gerçekleştirdikleri çok sayıdaki detaylı diseksiyonlar sayesinde gerçek insan anatomisi bilgilerine sahip olmuşlardır. Vesalius’un 1543’de yayımlanan ünlü eseri “De Humani Corporis Fabrica” ile insan vücudunun araştırmasında artık “detaylı gözlem” öne çıkmıştır ve diseksiyon 17. yüzyıldan sonra tıp-anatomi eğitiminin ayrılmaz bir parçası olarak yer almıştır.
Osmanlı tıbbında otopsi ve diseksiyon konularına bakıldığında ilk olarak hekimbaşı Emir Çelebinin (?-1638) “Enmuzec el-Tıb” adlı eserinde anatominin ve diseksiyonun tıp bilimi için olan önemini değerlendirdiği görülmektedir. Daha sonraları 19. yüzyılın başlarında büyük Osmanlı hekimlerinden Şanizade Mehmet Ataullah Efendi’nin (1771-1826), Avrupa’daki anatomi çalışmalarının gelişiminden ve öneminden haberdar olarak, Hamse-i Şanizade adını verdiği çoğu tercüme olan eserinin ilk bölümünü (Mir’atü’l-Ebdan fi Teşrihhü’l-Azaü’l-İnsan) bu çalışmalara ayırması dikkat çekicidir. Yine 19. yüzyılda hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin (1774-1834) çabaları ile Sultan III. Selim diseksiyon ve otopsilerin yapılmasının tıbbımız için zorunlu olduğuna inanan ve onaylayan ilk padişah olmuştur. Bununla birlikte çabalar bu dönemde istenilen sonucu doğuramamıştır. Sultan II. Mahmut tarafından yine hekimbaşı olan Mustafa Behçet Efendi’nin girişimleri ile 14 Mart 1827’de kurulan çağdaş tıp okulu Tıphane-i Amire (Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) ile tıp eğitiminde anatomi bilimine ayrı bir yer verilmeye başlanmıştır. Diğer taraftan diseksiyona yer verilmeyen bu tıp eğitiminde ancak Tanzimat sonrasında Padişah Abdülmecit’in destekleriyle bir gelişme sağlanabilmiştir. Bu çerçevede, okulun ders programlarında değişiklikler yapılmış, sınırlı şartlarla bile olsa, diseksiyon ve otopsilere izin verilmiştir. Bu olumlu gelişmelerin sonucu, 1841 yılından itibaren Türk tıp eğitimi tarihi içinde programlı bir şekilde bilimsel diseksiyonlar yapılmaya başlanmıştır.
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte tıp fakültelerindeki anatomi derslerinde, sahipsiz cenazelerin kadavra olarak kullanılmaları ile ilgili işlemler çeşitli yönetmeliklerle yürütülmüştür.
Bu konu ile ilgili olarak çıkarılan tedavi, teşhis ve bilimsel amaçlarla organ ve doku alınması, saklanması, aşılanması ve nakli ile ilgili hükümleri belirleyen 29.05.1979 tarih ve 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun ve buna eklenen bir madde (Ek: 21/1/1982-2594/1 md) ile sahipsiz cenazelerin ölüm sonrası bilimsel araştırmalarda kullanılmasına gerçek anlamda imkan sağlanmıştır. Yasalara göre kişinin kendi vasiyeti ya da ölüm sonrası yakınlarının onayı ile cesedi kadavra olarak bilimsel çalışmalarda kullanılması sağlanmıştır.
21/1/1982 gün ve 2594 sayılı Kanun’la değişik 2283 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanun’un 14’üncü maddesinin son fıkrasına göre hazırlanan taslak, sağlığında vücudunu ölümünden sonra inceleme ve araştırma faaliyetlerinde faydalanmak üzere vasiyet edenlerle, kimsenin sahip çıkmadığı ve adli kovuşturma ile ilgisi bulunmayan cesetlerin, yüksek öğretim kurumlarına bilimsel araştırmalarda faydalanılmak üzere gönderilmesi, muhafazası, def’in ruhsatı dahil, tabi olacakları işlemleri belirlemektedir.
Bu Kanun’un bugüne kadar sorunsuz işlemesine rağmen günümüzde sahipsiz ölülerin kadavra olarak kullanılamamasına yol açan sosyal ve bürokratik gelişmeler ve derneğimizin idari otoritelere sunduğu çözüm önerilerini bir sonraki yazımda sizlerle paylaşacağım.
Gürbüz H, Karlıkaya E, Mesut R Kadavra Bağışı Üzerine Görüşler, Türkiye Klinikleri J Med Ethics, 2004, 12(4):234-241
Kurt NK A Review of Sanizade Mehmet Ataullah Efendi’s book Kanunu’l Cerrahin, Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, 2000 (6) 237-337
http://www.saglik.gov.tr/tr/mevzuatgoster.aspx?f6e10f8892433cffaaf6aa849816b2ef131a87012b6ff47e