“Hata yapma özgürlüğü olmadıktan sonra, özgürlük sahibi olmanın da bir anlamı yoktur.”
Mahatma Gandhi [Hindistanlı Aktivist; 1869-1948]
Tıp etiği veya işin profesyonellerinin kullanmayı tercih ettiği şekliyle ‘Biyoetik’ son on yılın gözde kavramlarından birisi ve gittikçe de popülerliği artıyor. 1990’larda ülkemize girmesiyle birlikte, din ve siyaset gibi, herkesin uzman kesildiği ve irticalen söyleyecek bir sözü olduğu tıp etiği (Bakınız: Yazarın bu köşede çıkan “Tıp Etiği: Zurnanın Son Deliği mi, Bağlamanın Bam Teli mi-I ve II?” başlıklı yazıları.), son yıllar içinde Sağlık Bakanlığının çabalarıyla kısmen yerli yerine oturmaya başlıyor. Bakanlık, İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nün çatısı altında “Klinik Araştırmalarında Etik Yaklaşım Eğitimi” başlıklı bir kurs çerçevesinde ilk etapta 150 kişiyi 3 günlük bir kursa almaya karar vermiş. Bu kurs daha çok, her yerde var olan fakat Etik’in “E”sinden anlamayan, etik değerleri kendilerinden menkul, okuduğu en son etik/ahlak bilgisi kitabı ortaokul yıllarında kalmış üyelerden müteşekkil, ülkenin ter tarafına yayılmış etik kurulların üyelerinin eğitilmesine yönelik olmalı; müspet bir gelişme, yeni açılımlarla devamını dilerim.
Ben bu vesileyle hem hekimlere, hem ‘amatör’ veya ‘profesyonel’ olarak bu dersi tıp fakültelerinde verenlere, ama en çok da bu ülke için yasa ve yönetmelikler hazırlayan Sağlık Bakanlığındaki ilgili şahıslara teknik bir hatırlatmada bulunmak istemiyorum. Malumunuz, bizde Bakanlıklar ve Ankara’daki bürokratlar, hatta medya kuruluşları bir konuda teknik/akademik bir bilgi alma ihtiyacı duyduğunda Ankara’nın doğusundaki üniversiteleri fazla nazar-ı dikkate almadıklarından bizler de böyle gazete ve dergi köşelerinden sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Bu vesileyle hemen söylemek isterim, geçen gün birinci ağızdan duyduğum bir habere göre Ankara’ya sınırı olan illerden birinin üniversitesinin rektörü açtıkları akademik kadro ilanına Ankara’nın doğusundan kimsenin boşuna başvurmamasını çünkü onlara engelleme yapacağını söylemiş. Yani bu zihniyet bu kadar yaygın ve bizler buna karşı da mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Daha önceki “Taşrada Öğretim Üyesi Olmak” yazımda dile getirdiğim için tekrar etmek istemiyorum ama, o rektör de dahil böyle düşünen herkesi yürekleri yetiyorsa ve vatanseverlik duyguları elveriyorsa Doğu ve Güneydoğu’ya gelmeye davet ediyorum. Ama biliyorum hiçbirisi rahatlarını terk etmeyi düşünmezler.
Neyse, konumuz bu değildi, buna dolayısıyla temas ettim. Tıp etiği, modern algılanmasıyla pek çok bilim dalı gibi Batılı bir disiplin. “Modern algılanmasıyla” diyorum çünkü esası itibarıyla tıp etiği binlerce yıl evvel Çin’de, Hint’te ve Mısır’da, yüzlerce yıl evvel de İslam dünyasında âlâsıyla mevcuttu. Fakat Batılılar, önce 19. Yüzyıl’ın sonunda, son olarak da 1960-70’lerde, her zamanki ‘hokkabazlık’ ve el çabuklukları ile tıp etiğine yeni bir entari giydirip onun mucitliğini de kendilerine mal ettiler. Böylece akademik camianın, özellikle de ‘istihdam sorunu’ yaşayan felsefecilerin, hukukçuların, biyologların, antropologların, ilahiyatçıların ve bir miktar da tıpçıların nur topu gibi bir uğraş alanı ortaya çıkmış oldu. Zaten Batı’nın her şeye yaklaşımı budur; Böl, küçük parçalara ayır, yeni istihdam alanları oluştur böylece bütüncül yaklaşım kaybolsun, resmin tamamını sadece ‘büyük biraderler’ görsün.
Batı’da -Amerika ve İngiltere başta olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinde- yukarıda sözünü ettiğim disiplinlerin mensupları 1970 ile 1990 yılları arasında büyük bir hevesle giriştikleri bu alanda külliyatlı bir miktarda eser ortaya koydular. Başlangıçta Batı dünyasında literatür sayısı ve disiplinde sözü geçen uzmanlar bakımından felsefi yaklaşımların kuvvetleri denk iken, 1990lara gelindiğinde, hiçbir sınırı olmayan, -kırılacak yumurtası’ bulunmayan, aklından -vicdanından demiyorum- başka hesap vereceği hiçbir şey tanımayan, faydacı, pozitivist, diyalektik materyalist felsefeyi savunan felsefeci ve hukukçular, metafizik mülahazaları olan, maneviyatçı ve deontolojik kuramlara bağlı hekim ve ilahiyatçılara (Merak edilmeye, burada sözü edilen ilahiyatçılar Müslüman olanlar değil, Hıristiyan, Yahudi, Budist, vs. olanlar.) galebe çaldılar (galip geldiler) ve meydan onlara kaldı.
Tam bu yıllardı ki, Türkiye ve onun gibi sosyal bilimlerde Batı’yı geriden takip eden ve düşünmeye başladıklarında Batı’da mevcut literatürle zihinleri şekillenen ülkeler tıp etiğine uyanmaya başladılar. Böylece ülkemiz ve onunla aynı kaderi paylaşan ülkelerin tıp etiği akademisyenleri 1990’ların ortalarında tıp etiği literatürünü takip etmeye başladılar. Ülkemizde, aslında bir yarı-sosyal bilim olan tıp etiği ve Biyoetik alanının müntesiplerinin tamama yakını sağlık bilimleri alanından geldikleri için -sosyal bilimlerden farklı olarak- doğal refleksleri gereği geçmişe bakmak yerine güncel literatürü takip etmeye başladılar. Zaten 1990’ların Türkiye şartlarında 20-30 yıl geriye giden bir yazılı ve sözlü akademik birikime ulaşmaları da çok mümkün değildi. Oysa o yıllarda söz konusu disiplinde 20 yılı aşkın bir süre devam eden entelektüel mücadele sonunda elde edilmiş bir muzafferiyet ve tek seslilik hâkimiyeti söz konusuydu. Böylece ülkemizin ve ülkemiz gibi ülkelerin ‘amatör’ ve profesyonel tıp etikçileri 1990’larda faydacı, pozitivist, diyalektik materyalist felsefeci ve hukukçularının öğretileri ile yetiştiler ve onların prensip ve söylemlerini ülkelerinde öğrettiler ve öğretmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla kavram ve terminolojiden tutun da yasa ve yönetmeliklere kadar bu alandaki her şey bu perspektiften şekillendi. Bugün bu prensipler, söylemler ve öğretiler bütün dünyada yeniden sorgulanıyor. Tıp etiği ve biyoetiğin ülkeler üzerinde bir emperyalizm aracı olarak kullanıldığı düşünülüyor. Haftaya bunun neden böyle olduğunu anlatacağım.