Bu konudaki yazılarımı genel olarak 14 Mart ve 16 Mart tarihlerinde kutlamalara ilişkin olarak yazardım; zira bunlar benim açımdan çok önemli tarihsel köşe taşlarıdır. Fakat bu yıl Mart ayını beklemeden konuyla ilgili olarak bugün yazıyor olmamın nedeni artık “Öğretmenler Günü” olarak 14 Mart yerine 24 Kasım tarihinin kutlanıyor olmasıdır.
Ayrıca uzman olmuş, doçent olmuş pek çok öğrencimin beni arayarak öğretmenler günümü kutlamaları da beni hem çok mutlu etti hem de buruklaştırdı. Zira ben hep öteki tarihe şartlanmıştım. O bakımdan hem bu tarihlerle ilgili görüşlerimi hem de ülkemizin eğitim sorunları üzerine birkaç konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu yıl, sekiz ay kadar önce (06 Nisan 2015) yine Medimagazin’de yazdığım bir yazıda, “Geçtiğimiz Mart ayında iki önemli kutlama yaptık ya da yapmamız gerekiyordu. Birincisi 14 Mart 1827 tarihinin yıl dönümü kutlaması, yani Padişah II. Mahmut tarafından kurulan Tıbhane-i Amire, Mekted-i Tıbbıye-i Şahane’nin kuruluş yıldönümü, ikincisi de 16 Mart 1848 tarihinin yıl dönümü kutlaması, yani II. Mahmut’un oğlu Padişah Abdülmecid tarafından kurulan Darül Muallimin-i Rüşdi’nin kuruluş yıl dönümü.” diyerek, her iki tarihin de önemi üzerinde durmuştum.
Bugün de yine, ülkemizin şimdiki “bilgi çağı” koşullarına ayak uydurabilmesi için bu iki kuruluşun faaliyete geçirilmesinin o tarihte atılan çok önemli adımlar olduğunu vurgulamak istiyorum. Çok şükür ki birincisi dediğim 14 Mart, kör-topal da olsa kutlanmaya devam ediyor. Fakat ikincisi diye belirttiğim 16 Mart unutuldu gitti.
Böylesine önemli bir tarih, 24 Kasım olarak 1980 darbe yöneticileri tarafından değiştirildi. İşin ilginç yanı, darbenin iyi ya da kötü her türlü tasarrufuna karşı çıkanlar bile bu konuya nedense hiç değinmezler. Değiştirilen bu tarih, yani 24 Kasım 1928 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün "Millet Mekteplerinin Başöğretmenliği”ni kabul ettiği gün olması bakımından elbette çok önemlidir. Fakat Atatürk dönemi de dâhil daha sonraki dönemlerde, yani 1928’den 1980 yılına kadar “Öğretmenler Günü” olarak kutlanan 16 Mart tarihi, sanıyorum Atatürk’e fiziki olarak özentinin sonucu olarak, ihtilalciler tarafından birden bire 24 Kasım oluvermiştir. Yarın öbür gün biri de UNESCO önerisi olan 5 Ekim tarihini öğretmenler günü yaparsa hiç şaşırmamak gerekir! Demem o ki Atatürk sevgisi ile 16 Mart tarihini değiştirmek arasında bir ilişki yoktur.
Aslına bakarsanız, “öğretmenler günü” bir ülkede elbette “öğretmen” denen meslek mensuplarını yetiştirerek onları öğretmen yapan okullar olduğu zaman kutlanır. Artık geçmişi ve günümüzdeki özellikleri ile Türkiye’de öğretmen yetiştirilmemektedir. Bunun kanıtlarını uluslararası değerlendirme kuruluşlarının (PISA, OECD gibi) Türkiye konusundaki sonuçlarına bakmak suretiyle olanca çıplaklığı ile görmek mümkündür.
Hekimlik ve öğretmenlik, bir özveri ve yaşam tarzı seçimi ile ilişkili mesleklerdir. Hem bu mesleği seçenlerin hem de bu mesleğin gereklerini yerine getirecek olan adayların, yani öğrencilerin yeterli ve gerekli mesleki becerilerle donatılması devletin görevidir. Kaliteli öğretmen yetiştirmeden kaliteli öğrenci yetiştiremezsiniz. Bunun yolu da öğretmenlik mesleğini seçecek adayların, askeri okullardaki gibi ayrı okullarda ve yatılı olarak eğitilip bilgi çağının gerekleri ile donatıldıktan sonra, onların toplumda insanca yaşayabilecekleri sosyal ve ekonomik imkânlarının sağlanması ile mümkündür. Bir başka deyişle, topluma kendisini adamış olan bu meslek mensuplarının, tabiri yerindeyse, öğrencilik dönemlerinde bu mesleklerin gerekleri ile beyinleri yıkanmalıdır. Zira bu iki meslek de çokça dile getirildiği gibi, “Tanrı mesleği”dir. Yoksa bugünlerde sıkça dile getirilen eğitim fakültelerinin yeniden düzenlenmesi ile sorunu çözemezsiniz.
Yazımın başlığında da görüleceği üzere, tıp fakültelerindeki öğretim üyeleri de adı üzerinde sonuç olarak birer öğretmendirler. Onların da öğrencilerini doğru dürüst yetiştirip eğitebilmeleri için bir öğretmenlik nosyonuna ya da formasyonuna sahip olmaları gerekir. Bilginin öğrenciye aktarılması, bazı öğretim üyelerinde yaradılışları nedeniyle olağanüstü bir üstünlük taşır. Fakat bunların genel öğretim üyeleri arasındaki oranı yüzde 10 ya da biraz daha düşüktür. Onun için geriye kalanının mutlaka eğitilmesi gerekir. Eskiden doçentlik sınavının bir aşaması da ders anlatmaktı; şimdi o beğenmediğimiz ders anlatmak da yok. Yani şimdiki durum biraz daha farklı, yani biraz daha fecaat!
Tıp fakültesi öğretim üyeleri, getirilen çarpık gelir sistemi sonucu olarak mesailerinin önemli bir kısmını öğrencileri ile değil de polikliniklerde ya da ameliyathanelerde geçirmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Oysa bu insanların birinci görevi, taşıdıkları unvana paralel olarak öğrenci yetiştirmektir, yani öğretmenliktir. Konuya ilişkin olarak Sayın Prof. Dr. Aydın Sav’ın aşağıdaki yazısı sanırım daha çarpıcı fikir vermektedir:
“Devlet Planlama Teşkilatı’nın ülkemizde sağlık sistemi, tıp eğitimi ve hekim ihtiyacı ile ilgili olarak yayımladığı bir rapordan alınan temel noktalara şöyle bir göz atacak olursak, bazı gerçeklerin arasında nelerin gözden kaçtığını daha iyi anlarız.
- Tıp fakülteleri eğitim ve araştırma hizmetleri yerine, kamu kuruluşları gibi hizmet vermeye yönelmiştir. Öğretim elemanları bu yatakları öğrenci eğitimi için kullanmayıp, tedavi hizmetlerinde kullandıklarından öğrencilere ayırdıkları süreler ve yüz yüze eğitim olasılığı azalmaktadır.
- Öğretim üyeleri, fakültede geçirdikleri sürenin çoğunu poliklinik, tedavi ve ameliyathanede harcamaktadır.
- Zorunlu hizmet bile hekim dağılımını dengeleyememiş, hekimlerin yarıdan çoğu üç büyük kentte toplanmıştır.
- Tıp eğitimi çekiciliğini kaybetmiş, uzmanlaşma eğilimi artmıştır.
- Gerek pratisyen, gerekse de uzmanlar için “mezuniyet sonrası eğitim” üzerinde çok konuşulmuş, fakat kesin çözüm bulunamamıştır.
- Hiçbir bilimsel veriye dayanmadan hızla tıp fakülteleri açılmıştır.”
Türk milletinin son kalesi olan bu devletin bekası, yukarıda sadece altını çizmeye çalıştığım bu iki önemli meslek mensuplarının bilgi çağının gerekleri ile teçhiz edilmeleriyle mümkündür; daha doğru bir ifade ile tüm insanımızı kapsayan eğitim ile mümkündür. Dün bizden çok gerilerde olan ülkeler bugün maalesef bizim çok ilerimizdeler. Kimse bizim onları geçmemiz için beklemiyor, tam tersine daha da hızlanıyorlar. Artık bizim de canımızı dişimize takıp daha çok çalışmamız gerekmektedir. Nobel gururumuz Sayın Prof. Dr. Aziz Sancar’ın çok güzel tespit ettiği gibi Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980 yılına kadar insanlar farklı particilik ya da ideolojik düşüncelerden dolayı birbirleriyle kavga etseler ya da birbirlerini öldürseler bile bu ülkeyi sevme konusunda birbirlerinden hiç de geri kalır tarafları yoktu.
Artık, toplum parçalara bölünmüş durumda ve ülke kimsenin umurunda değil. Herkes kendi çıkarını düşünüp köşeyi dönmeye çalışıyor. Çanakkale Harbi’nde, hükümetin öğrenci olanların askere alınmaması kararına rağmen, bütün üniversite ve pek çok lise öğrencisinin gönüllü olarak harbe katılıp toptan şehit olmalarını bu milletin unutmaması gerekir. Bu ruhu yeşertmenin yolu da eğitimdir, unutulmasın!
Yeni bir konuda yeniden buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın…