Bazı kavramların sloganlaştırılması sanırım bir süre sonra anlam yitmesine neden oluyor. “Eğitim şart!“ herkesin diline pelesenk olmuş, ama yazık ki her geçen gün içi boşalmış.
Geçen yazımda hayata küsme sendromunu ele almıştım; öğrencilerimle ve asistan arkadaşlarımla konuşmalardan, diğer üniversitelerdeki meslektaşlarımla yaptığım görüşmelerden edindiğim izlenimler (Asla bilimsel veri değildir.) tıp fakültelerinde yaygın bir hayata küsme veya yılgınlık olduğu yönünde. Diğer taraftan da, tıp eğitimini akredite ettirebilmeyi başarmış 13 tıp fakültesi var. Biri de, benim de mensubu olduğum fakülte!
Dünyada ilk tıp eğitimi ana bilim dalı 1958 yılında ABD’de, sonra 1973 yılında İskoçya’da, 1970’lerden itibaren de Uzak Doğu ülkelerinde faaliyete geçti. Oysa bizim ülkemizde tıp eğitimi ana bilim dalı ilk kez 1998 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde kurulmuştur. Tıp eğitimini tüm yaşam süren ve her günü ilgilendiren bir süreç olarak kabul etmek yanlış olmasa gerek.
Benim yaş grubumdaki meslektaşlarım, Türkiye’de şu an en iyi ve en eski 10 tıp fakültesinin birinden mezun olmuştur. Hatırlıyorum hocalarımın bize verdikleri emeklerin boyutunu. Ama bugün hepimizin bilgi düzeyi ve mesleki başarısı çok farklı. Ancak içimizden kimse Nobel alamadı, dünyayı sarsacak buluş yapamadı. Elbette çok güzel işler yapıldı, çok yol alındı, ama olunması gereken yere bir türlü gelinemedi. Bunda şüphe yok ki, eğitim ve sağlık politikaları çok önemli yer tuttu. Temel bilimler yeni sağlık politikaları ile dışlandı veya yeterli özeni göremedi. Oysa temel bilimlerden bihaber olan bir hekimin iyi hekim olması nasıl mümkün olabilir? Nitelikli laboratuvarları olmayan bir kurumun akademisyenleri nasıl iyi araştırmalar yapabilir? Elbette bunun tersi de doğru. Laboratuvara talep yoksa neden gelişsin? Deneysel çalışma yapılmayan bir kurumda neden hayvan laboratuvarı olsun?
Ülkenin en zeki gençlerini kabul eden tıp fakülteleri eğer bilim insanı niteliğini geliştiremiyorsa, ciddi bir sorunla karşı karşıyayız demek ki! Çözümler neler olabilir? Tıp eğitiminin bir sacayağı olduğunu bilerek yol aramak gerektiği kanısındayım. Lisans eğitiminin niteliğinin geliştirilmesi, asistan eğitiminin acilen akredite edilmesi, tüm öğretim üyesi adaylarının ve genç öğretim üyelerinin öncelikli olmak üzere iyi bir bilimsel programdan geçmeleri, ihtiyaç duydukları desteklerin kurum tarafından sunulması kaçınılmaz gerekliliktir. Daha dün ders anlattığımız ve eğitim sürecinde birçok eksiklik olan genç insanları bir eğitim ve donanım sürecinden geçirmeden akademik kadroya eklemek ne kadar doğrudur? Sonra da, bize de olduğu gibi el yordamı ile yollarını aramaya bırakılmaları hem onlara hem de daha deneyimli öğretim üyelerine yapılmış büyük haksızlıktır. Genç akademisyenler eğitimini almadıkları “istatistik, araştırma nasıl yapılır, makale nasıl yazılır, yabancı dilde makale nasıl yazılır ve hatta makale nasıl okunur?“ gibi bir akademisyen için hayati olan konularda zorlanmakta, hatta bence ızdırap çekmektedirler. Bu konularda mutlaka eksikler tamamlanmalı ve gerekli destek kurumlar tarafından profesyonel ekiplerce sağlanmalıdır.
Ben bilgisayarla otuzlu yaşlarımda tanıştım; çok sevdim ve günü kurtaracak kadar geliştim. Ama yeni teknolojiler her gün yaşantımıza ekleniyor. Birileri bize bunları öğretmezse nasıl farkında olacağız? Kısaca demek istiyorum ki, tüm akademik kadrolar için yaşam boyu öğrenme programları uygulanmalı. Eskidenmiş o “Kırkından sonra saz çalmak!“ Yapılacaklar elbette bunlardan ibaret değil. Tıp eğitiminin içeriği de en az eğitimin kendisi kadar önemli. İletişim kurabilmek, bireye saygı, anlayış, açıklık ve adanmışlık hem mesleğimizin uygulanması sırasında hem de akademik kimlikte mutlaka olması gereken nitelikler.
Okul bitti, herşey öğretildi! Uzman oldu, herşeyi yapar! Profesör, herşeyi biliyor! Tüm bu kabuller hayatlarımızı zorlaştırıyor ve bizleri öğrenme bilincinden, isteğinden alıkoyuyor. Galiba hepimizin öğrenmesi gereken, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğrenmek olsa gerek.
Aaaa, unutmadan, eğer motivasyon kaybolmuşsa, kurumlar ruhunu kaybetmişse ne olacak?
Hımm, elbette çözümsüz değil. Yöneticilerin insanları motive etmek, kurum ruhunu uyandırmak ve kurumları her bakımdan istekle çalışılır yerler kılmak gibi yükümlülükleri de var diye düşünüyorum.
Konu eğitim olunca yazacak çok şey var, yapacak çok şey var. Sanırım bütün mesele, nereden başlanacağının bilinmesi ve emeklerin, çabaların sonuç vereceğinin bilinmesi olsa gerek.