Modern dönemle birlikte hakikate dair yaklaşımlarda bir çatallaşma olmuştur. Kant, kendinde “şey”in bilinemeyeceğinden hareketle bilginin sınırlarını fenomenal dünyanın sınırlarına doğru geriletmiştir. Bu andan itibaren dünyanın iki boyutlu resmi tekrar belirginleşmiştir. Bir yanda insandan bağımsız nesnel (dış) dünya, diğer yanda ise insanın algıladığı, gözlemlediği ve/ya yarattığı dünya.
Bu iki dünyanın birbiriyle örtüş(me)mesi düşünsel düzeyde bazı kavramların konuşulmasını zorunlu kılmaktadır. Öncelikle insanın algıladığı (betimlediği) dünya ile bir gerçeklik ve nesnellik olarak dünya arasındaki örtüş(eme)me bir temsil sorunu olarak tartışılır. İnsanın dış dünyaya dair algılarının birebir dış dünya ile örtüşmesi, süje yani algılayan ile obje yani dış dünyadaki eşyalar arasındaki karşılıklı ilişkilere dayanmaktadır. Bu örtüşme durumu ya süjenin algısının (bilgisinin) eşyaya tekabül etmesi ya da eşyanın süjeye kendi bilgisini olduğu gibi göndermesi ile imkan dahiline girmektedir.
Esasen modernlikle birlikte sosyolojinin erken tarihteki gelişiminde “açıklama” yaklaşımının öne çıkması ve genel kabul görmesi bu durumla direkt ilintili görünmektedir. Söz gelimi; Durkheim “Sosyolojik Yöntemin Kuralları”nda toplumsal olguların en az maddi şeyler gibi nesnel olduklarından başka kendilerini fertlere yansıttıklarını savlamaktadır kabaca. (Durkheim, 2004; 26-34) Burada iki önemli nokta bulunmaktadır. Birincisi, eşyaların ya da sosyal anlamda sosyal olguların fertlerden bağımsız olarak kendilerini olduğu gibi süjelere sunduğu varsayılmaktadır. İkincisi, her halükarda süje ile objenin bilgisinin örtüştüğü durum, insan ile dış dünya arasında bir örtüşme olduğunu varsaydığı için, “açıklama” modeli de mümkün olmaktadır.
Klasik düşünce geleneğimizde Tanrı bir hakikat olarak merkezde yer almaktadır. Bu bağlamda hem bir hakikat olarak Tanrı’nın hem de varlık aleminde yer alan eşyanın gerçekliğini insanın bütün boyutlarıyla kuşatması mümkün değildir. Bu dış dünyaya ve eşyaya dair insanın epistemolojik anlamda tamamen yetersiz olduğu anlamına gelmez. Tüm bunlara rağmen eşyanın gerçekliğine dair iki boyutlu bir bilgi ile hareket eder. Birincisi, fenomenal dünyanın bilgisini “bilimsel” yolla elde etmeye çalışır. İkincisi de, eşyanın ve dış dünyanın arkasında nihai bir gerçeklik olduğundan hareketle bu dünyanın ve eşyanın metafizik boyutlarını önemser ki, işte bu bilgi kutsal kitaplar yoluyla aşkından gelmektedir.
İslam düşünce geleneğinde insanın ürettiği bilgilerin -ki nihai gerçeklik burada kılavuzluk etmektedir- eşyaya tekabül edebilme durumu “hikmet” kavramıyla ifade edilir. Sözlükte “isabet ettirmek” anlamına gelen hikmet, insan, hakikat, gerçeklik ve eşya gibi kavramların arasındaki ilişkide anlamını bulmaktadır.
Kant eşya, insan ve dış dünyaya dair bilginin “kendinde şey” olarak gerçekliğinin bilinemeyeceğinden hareketle “aşkın” olanı metafizik spekülasyon olarak niteledi. Böylece fenomenal dünyaya dair fenomenal dünyanın sınırları içinde insandan devinim alan bir bilgi söz konusu olacaktır. Dolayısıyla bilgi imkanı dış dünyadaki eşyanın bilgisinin süjeye doğru devinimiyle elde edilmeyip, süjede içkin kategorilerle imkan dahiline girmektedir. Esasen işte burada “dünya” parantez içine daha fazla girmektedir.
“Daha fazla” diyoruz; çünkü eşyanın gerçekliğine dair insan bilgisinde birebir örtüşmeden hiçbir zaman emin olunamayacağına göre, esasen insan için “dünya” hep bir tırnak içindedir. Fakat İslam düşüncesi açısından dünyaya dair nihai gerçeklik açıklaması, “dünya”yı belirli oranda parantez içinden çıkarmaktadır. Bir başka deyişle, dünyaya dair çarpıtmalara sürekli maruz kalsa ve hatta çarpıtmaya çalışsa da, nihai gerçekliğe dair aşkın bilgi dünyayı sıkı tırnak işaretinden paradigmal düzeyde kurtarmaktadır.
Bugün gelinen noktada “dünya”nın tamamıyla tırnak içine girmesi birkaç gelişmenin bileşeninde belirginlik kazanmaktadır. Birincisi, süjenin bilgisi ile dış dünyanın gerçekliği arasında tekabüliyetin bir sorunsal haline gelmesidir. Elbette böyle bir tekabüliyet sorunu geçmişten bu yana bulunmakla birlikte, post/modern zamanlarda belirginleşmesi artık süjenin merkeze yerleşmiş olmasıyla ilintilidir. Kant’ın kategorileri ile başlayıp postmodernliğe gelince öznel öznenin merkezileşmesi, dış dünyanın artık özne sayısınca yeniden kurulması ve hatta ileri boyutta çarpıtılmasıyla sonuçlanmaktadır.
Özellikle süreç içerisinde önem kazanan “anlamacı” ekol, insanın bir dünya yaratabilme kapasitesi üzerinde durmuştur. Fakat iletişim teknolojilerinin gelişimi sonucu, insanın dünya yaratabilme kapasitesi sanal ekranlarda bilhassa belirginleşmiştir. Bugün gelinen noktada ise, ekranlardan dünyalar yaratıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla insan sürekli tırnak içinde “dünya” ile muhatap olmaktadır. Bu durum aynı zamanda çarpıtılan gerçeklikler ortasında insanın yönünü niçin şaşırdığının da sebebini açıklamaktadır.
İnsanın bir dünya yaratabilme kapasitesi önemlidir; dünyayı yeniden hayal etmek bir gerekliliktir. Ancak süjeden bağımsız bir dünyanın illizyonlarla kaybedilmesi, “dünya”yı olduğu kadar giderek “insan”ı da tırnak içine almaktadır.