Hepimiz birer engelli veya engelli adayı değil miyiz?
3 Aralık Dünya Engelliler Gününü geride bırakırken, engellilik halinin veya sorunlarını bir güne sığdırıp, ilgili kişileri ziyaretler edip sosyal medyada birkaç fotoğraf paylaşarak, nutuklar atarak görevimizin sona erdiğini zannetmek sadece kendi kendimizi teselli etmekten başka hiçbir anlam ifade etmemektedir. Çünkü yılda bir günle bu insanlarımızın acısını dindirmek veya yanınızdayız demenin yeterli olmayacağı kanaatindeyim. Yılın her günü her saatinde yanlarında olduğumuzu, aynı duygularını paylaştığımızı pratikteki desteğimizle ifade etmeliyiz.
Engellilerle ilgili elde verilere göre ülkemizde 7.5 milyon engelli olduğu, bu sayının nüfusun %12’sini oluşturduğu ifade edilmiştir. Ülke nüfusumuzu 80 milyon kabul edecek olursak ve her engellinin yanında ailesinden takriben 3-4 kişinin yaşadığını var sayacak olursak, engellilerle beraber doğrudan veya dolaylı aynı sıkıntıyı paylaşan 30 milyona yakın bir kitle karşımıza çıkmaktadır. Bu da ülke nüfusunun yarısına yakın bir rakama tekabül etmektedir. Neredeyse her iki kişiden birisi, engelliyle ilişkili bir hayat yaşamaktadır.
Dünyaya gelen her insanın, sıkıntı, kaza, bela ve musibetlere duçar olmama noktasında bir garantisi yoktur. Bu dünya arenasında kimileri, daha kısa bir ömür, kimileri hastalıklar içerisinde, kimileri de belâlara duçar olarak sayılı günlerini geçirmektedir.
Şu anda sağlam ve sağlıklı/engelsiz olan bir insanın az sonra engelli konumuna gelmeyeceği konusunda elinde bir güvencesi yoktur. İnsanın yeryüzünde karşılaştığı bu sıkıntı ve problemler, pek çok sebepten kaynaklanabilmektedir. Bunların kimisi, insanın kendisinden kaynaklanmakta, kimisi de kendi dışında, iradesi haricinde cereyan etmektedir. Engellilik halinin bir imtihan mı, kişinin dikkatsizliğinden mi veya başka nedenlerle mi kaynaklandığı konusu din âlimlerin değerlendirebileceği bir konu. Bu konuyu tartışmak belki benim alanımla ilgili değildir. Ancak İslam dininin diğer inançlara göre engellilere bakışı normal insandan farksızdır. Yani engelli insanların, herkes gibi eşit hak ve hukuka sahip olmaları insan olarak en doğal haklarıdır. İslam tarihinde valilik de verilmiş, başka görevlerde. Fakat Tarih boyunca İslam toplumu dışında, engelliler sadece içinde bulundukları sosyo–ekonomik şartlardan değil bizzat sahip oldukları engelli hallerinden dolayı da ikinci sınıf vatandaş muamelesine tâbi tutulmuşlardır.
Çeşitli toplumlarda veya eski medeniyetlerde engelli insanlara bakışını kısaca değinmek istiyorum:
İslam medeniyetinden önceki toplumlarda genel itibariyle engellilik, bir uğursuzluk ve engellinin ebeveynlerinin yaptığı bir kötülüğün karşılığı olarak görülmektedir. Daha açık ifade ile ebeveynlerin işledikleri bir kötülük, Allah tarafından çocuklarının engelli olarak yaratılması inancıyla bir araya getiriliyor ve kötülük ile engelli çocuk arasında doğrudan bir ilişki kuruluyordu. Ne acıdır bu düşünce bizim toplumumuzda da mevcut olduğunu görmek üzüntü vereci bir durumdur.
Antik çağdan 16. ve 17. asra kadar engelliliğin başlıca sebebi, çevrede var olduğu kabul edilen kötü ruhlar, şeytanlar ve bunların olumsuz etkileriydi.
Aristo’nun ( Aristotle, 384-323 MÖ) ileri sürdüğü yeryüzündeki canlı varlıklar sıralamasında engelliler en alt tabakada gösterilmişlerdir. Ona göre en uygun sıralama şöyle olmalıydı: En zirve tabaka Tanrının bulunduğu mevki ve en alt tabaka ise şeytanın bulunduğu mevkidir. Ara tabakalar ise Melekler, hayvanlar, insanlar ve insanların da en alt tabakasını oluşturan engellilere ayrılmıştır.
Eflatun (Plato, 427/347 MÖ)’a göre, ülkede engellilerin bulunması ülkeye zarar teşkil etmekte ve ülkenin gelişmesine engel olmaktadır. Engellilerin evlenip üremeleri, ülkenin zayıf düşmesinin sebebi sayılırdı.
Ispartalılar döneminde ise, kabul ettikleri ‘toplum için en yararlının kalması’ kuralı gereğince, engellilerden kurtulmaları gerekmekteydi.
Milattan sonra ikinci yüzyılda harpçi kimliği ile ünlenen Roma medeniyetinde ise, engellilerin vaziyeti diğer medeniyetlerdekinden daha iyi değildi. Mesela; yüzü görüntü olarak çirkin veya özürlü olan çocuk, babası tarafından çocuğunun köle veya palyaço olması, insanları eğlendirmesi için sokağa bırakılırdı.
Çin ve Hint medeniyetlerinde, engellilerin durumunun diğer medeniyetlere nazaran daha iyi durumda olduğu bilinmektedir.
Hitler döneminde bile özellikle Almanya’da engelliler bırakın toplumdan dışlanmayı, ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 14 Temmuz 1933 tarihinde çıkan bir yasaya göre, bedensel veya zihinsel engellilerin, bu durumlarını doğacak çocuklara da aktarmamaları için evlat sahibi olmaları yasaklanmıştır.
İslamiyet’in ilk dönemlerinde inen Abese suresine baktığımızda da fakir ve yoksul durumda fakat inançlı bir engellinin kadrinin, engelli olmayan ve zengin durumdaki inanamayanlara nazaran, Allah katında ne kadar yüce olduğunu görmekteyiz. Âmâ /görme engelli Abdullah b. Ümmi Mektûm (ö.14/635 )’un hadisesi meşhurdur: Hz. Peygamber ileri gelen bir müşrik heyetle Müslüman olmalarını ümit ederek görüşürken Abdullah gelir, Allah Rasûlü’nün eteğinden tutarak bir şeyler sormak ister, Hz. Peygamber konuşmaya ara vermek istemez. Abdullah ısrar edince Peygamberin rahatsızlığı yüz hatlarına yansır. Sahne, bir devlet başkanının büyük kazanımlar için en üst düzeyde bir diplomatik görüşme yaptığı bir sahnedir. Onun yaptığı şey yanlış değildir, ikna için saniyeler bile önemlidir. İşte engelliyi önemseme çok önemli bir düzeyde ilgiye layık olduğundan Allah, elçisini tam o anda uyarmıştır. Cenâb-ı Hak (c.c.) adı geçen sürede şöyle buyurmaktadır:
“Peygamber, âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve öteye döndü. (Rasûlüm! onun halini) sana kim bildirdi! Belki, o temizlenecek yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek”
“Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin”
“Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun.”
Abdullah İbn Mektûm bu olaydan sonra Hz. Peygamber ‘in her yanına geldiğinde Peygamber on’a: “ Gel bakalım Rabbimin beni uyarmasına sebep olan kişi” diyerek ona iltifatta bulunmuştur. Allah engelliler konusunda peygamberini açıkça uyarması İslam’ın engellilere bakışını çok iyi özetlemektedir.
İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren engelliler Medine şehir devletinin hemen her kademesinde hizmet vermişler ve toplumla kaynaşmışlardır. Valilik dâhil bürokrasinin her kademesinde bile görev verildiğini görmekteyiz.
Daha sonraki dönemlerde olsun, Selçuklu ve Osmanlılar döneminde de engellilere çok değer verilmiş, korunmuş ve onlara hizmet eden ve ihtiyaçlarını karşılayan vakıflar kurulmuştur.
Günümüzde de engelli vatandaşlarımıza yönelik yaşamlarını kolaylaştırıcı her türlü kolaylığın sağlandığı, maddi ve manevi yardımların yapıldığını görüyoruz.
Tarihi süreçte medeniyetlerin engellilere bakışını kısaca özetlemeye çalışırken, farklı bir pencereden engellilik haline değinmeye devam etmek istiyorum.
Yaratılanlar içinde en güzel şekilde yaratılan insanoğlu ya doğuştan veya sonradan yaşadığı fiziki travmalar veya hastalıklar sonucu engelli kalabilir. Yolda yürürken, merdivenden çıkarken, hatta yutulan bir lokmanın akciğerlere kaçışı sonrası bile engellilikle sonuçlanabilir. Bu penceren baktığımızda bir gerçek daha ortaya çıkıyor; Belki büyük harflerle vurgulanması gerekir:
‘ HER İNSAN BİRER ENGELLİ ADAYIDIR…’
Evet çok doğru bir ifade ve kaçınılmaz bir durum. Dolayısıyla engelli vatandaşlarımıza, çocuklarımıza her manada destek olurken, hayatlarını kolaylaştırıcı imkânlar varsa kullanmamız gerekirken diğer taraftan bunların ailelerine de her anlamda destek olmalıyız.
Toplumdaki; bu durumun anne-babasının bir suçunun veya günahının sonucudur algısını yok etmek gerekir. Böyle bir algı, kişilere yapılan en büyük zülümdür. Allah hiçbir babanın veya annenin suçunun çocukları tarafından çekilmesine razı olmaz. Allah zalim değil, merhamet sahibidir, Rahman sıfatı bütün canlıları kucaklayıcıdır Bu manada bir annenin bile merhameti Allah’ın merhameti karşısında okyanuslarda miskal-i zerre seviyesindedir.
Peki, savaşların oluşturduğu engellilik hali? Milyonlarca insan, çocuk diğer anlamıyla masum insan bu savaşlar sonucunda engelli kalmaktadır. Yani kralların savaşlarının kurbanı olmaktadır ve olmaya devam etmektedir.
Fiziksel anlamdaki engellilik sınırları net olarak bellidir. Ama toplumda farklı pencereden engellilik durumunu hiç gündeme getirebiliyor muyuz? Bu anlamda zihinsel, duygusal, insani melekelerden yoksunluk, doğruyu görememek veya görmemek, işitmemek ve söylememek de en büyük engellilik hali değil midir? İllaki fiziksel olması gerekir mi? Ebetteki hayır.
Şuan toplumda bu manada fiziki engellilik dışında bu kategoride değerlendirilecek milyonlarca insan var. Belki bu milyonlarca insanlardan bir tanesi de biziz!
Eleştiren, laf taşıyan, gıybet eden, çatıştıran, duygusuzlaşan, acımayan, doyum noktasına ulaşamayan, merhamet duygusundan yoksunluk, gerçekleri işitip doğruyu haykırmaktan çekinen, gördüğünü, duyduğunu inkâr eden, zihinde hep şeytani planların peşinde olan insanda birer engelli olarak kabul edilmelidir.
Fiziki olarak engelli olan bu topluma bu engelliler kadar zarar vermediği, toplumu huzursuz etmediği bir geçektir. Ama bu kategorideki engellilerin toplumdaki veya dünyamızdaki huzursuzlukların, savaşların, katliamların tek aktörü olarak önümüzde durmaktadır.
Son olarak her manada engelli vatandaşlarımıza yardımcı olmak, kollamak ve korumak en önemli görevlerimizden biri olmalıdır. Hiç unutulmamalıdır ki çocuklarımız, aile efradımız, yakınlarımız ve bizlerde birer engelli adayı olarak yaşamımızı sürdürmekteyiz.
En güzel günlerin hepimizin olması dileğiyle engelli kardeşlerimizi saygı ve sevgi ile selamlıyorum.
KAYNAKLAR
1-Kazzâfî, Muhammed Ramazan, “Sikolojiyyeti el-İâka”, Cenzûr, Libya, 1988, s. 17-18; Ravi Malhotra, The Politics of the Disability Rights Movements, vol: 8 no: 3 (new series) whole no:31, 2001.
2-Elliy Macha, Disabled People and Discrimination, A Global Overview, www.wcc- coe.org.
3-Kur ‘ani Kerim meali, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları