Bilim ve din toplumsal yaşantının iki önemli gerçekliğidir. Birey ve toplumların iç ve dış yaşantılarının biçimlenmesinde etkili olan din ve bilginin, akademik düzeyde ele alınıp incelenmesi gerekir.
Bilgi, insanın çevresinde olup biten her şeyle ilgili olup, varlığın kavranmasında temel teşkil ederken, din de çözüm bekleyen metafizik sorulara kutsal metinler temelinde cevap vermeye çalışır. Din ve bilimin bazen aynı söylem ve simgeleri kullandıkları görülmektedir. Bilim ve din açıklamalarında bazen aynı kavram ve simgeleri kullanmalarına rağmen, aralarında yöntem bakımından ayrıldıkları yönlerin olduğu anlaşılmakta, doğa ve insan ilişkilerinde ortaya çıkan gelişmeleri farklı bir biçimde yorumlamaktadırlar. Bilim doğayı, gerçek dünyayı, insan etkinliğini ve insan aktiviteleri ile ortaya çıkan değişmeleri deney ve gözleme dayanarak araştırma sonuçları ile açıklamaya çalışırken, din (özellikle İslâm) ortaya koyduğu öğretileri ile bazı sonuçları önceden haber vermektedir.
Toplumsal yapının biçimlenmesi ve gelişimine katkı sağlayan ve değişken bir yapı sergileyen bilim, olanı; muhafazakâr bir yapıya sahip din ise daha çok olması gerekene yönelik (ahlaki değerler) faaliyet göstermektedir. Birinin değişken diğerinin korumacı yapısı, toplumsal yapının biçimlenmesinde, insani ilişkilerin düzenlenmesinde önemli katkıları söz konusudur. Dini olmayan bilgiler, toplum içerisinde işlevselliğini yitirdiğinde değersizleşirken, dini bilgiler “Kutsalla” kurulan ilişki gereği değişmez gibi görünürler ya da uzun bir süreçte yeniden yorumlamalarla, açıklamalarla değişime uğrarlar. Ancak bilim/bilginin değişken, dinin muhafazakâr (dogmatik) yönü dikkate alınmadan ikisi arasında kurulmak istenen ilişkilerin sorunsal olacağı açıktır. Bu nedenledir ki, bilimsel gelişmeler açısından ihtiyaç duyulan toplumsal ortamın hazırlanmasında, bilim ve din ilişkilerinin anlaşılması önemli görünmektedir. Çünkü toplumsal düşüncenin din adına baskı altında tutulduğu, sorunların ele alınıp çözümlenmediği dönemlerde yeni teoriler üretebilmek ve toplumsal sorunları çözebilmek oldukça güçtür. Öte yandan tinsel (manevi) değerlerle beslenmeyen bireylerin de, toplumsal değişim rüzgarı önünde savrulmadan ilerlemeleri zor görünmektedir.
Din ve bilim yüzyıllar boyunca iç içe yaşamış, ancak ilerleyen zaman diliminde ihtiyaçlar doğrultusunda dini bilimlerle öteki bilimler ayrımlaşmaya başlamıştır. Kaynaklar, en eski toplumlarda din, bilgi ve efsanelerin (mit) birbirleriyle karışık olarak geliştiğini, dini inançlara sahip olmayan bir topluma rastlamadıklarını ifade etmektedirler. Yakın zamanlara kadar da din, bilimin kaynağında görülmüştür. Yani yüzyıllar boyunca toplumların sanat, siyaset, ekonomi, bilim ve eğitim anlayışlarının biçimlenmesinde dini yorumlamalar bilgi kaynağı olarak rol oynamışlardır. Gerçekte de din, hikmet/felsefe bilimin en önemli formları olmuş, din, hikmet/felsefe bütüncü, sezgisel bilgiler sunmuş ve “dini bilgi” adıyla anılan bir çeşit bilgi türü türemiştir. Ancak deneye ve gözleme dayalı bilim anlayışının gelişmesi ile birlikte, toplumsal düşüncede bilinçli bir farklılaşma görülmeye başlamıştır. Söz konusu farklılaşma kültürel öğelerin üzerinde etkili olmasıyla, değer yargıları değişime uğramaya başlamış, bu da toplumsal yapının yeniden biçimlenmesinde rol oynamıştır. Özellikle Batılı ülkelerde Aydınlanma ile birlikte din ile devlet ilişkilerinin ayrılmasında olduğu gibi, din ile bilim arasında da ayrımlaşma kendini açık bir biçimde göstermiştir.
Günümüze doğru yaklaşıldıkça, kültürel yapının korunmasında ve yeniden biçimlenmesinde dini yorumlamaların yerini teknik buluşların ve bilimsel verilerin almaya başladığı görülmektedir. Bir başka deyişle, modernitenin etkisindeki çağdaş toplumlarda gelenekli yapının uygarlık öğelerinin farklılaştığı görülmektedir. Yani bilim geliştikçe dini inançlar arasına karışmış yanlış inançları düzeltme çabaları artarken, bizzat dinin kendisi de hedef haline gelmiştir. Nitekim Pozitivist akım, toplumların tarih içinde teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan geçtiğini, teolojik aşamada dini temsil eden fetişist olgulara dayalı bilgiler, metafizik aşamada dini-soyut kavramların oluşturduğu bilgiler, pozitivist aşamada ise bilgi/bilimin ilerlemesi ve gelişmesi ile pozitif bilgiye ulaşıldığını, pozitif bilginin parametrelerini nesnellik, evrensellik ve gelişme oluşturduğunu söyleyerek dini-metafizik konuları yadsımış, bilim, dinin yerine ikame edilmek istenilmiştir. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl boyunca bilimsel faaliyetlerde egemen olan pozitivist bilgi görüşü, doğa bilimlerine ilişkin görüşleri yansıtmaktadır. Pozitivistlere göre doğa bilimleri, evrensel, nesnel ve kesinlik içeren bilimsel yasalara ulaştırır. Gelenekli bilgi bu kesin bilginin önünde engel olarak düşünülür. Gelenekli bilginin ürettiği ön yargılar giderilmediği sürece kesin bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Anlaşılacağı gibi 19. yüzyıl ve devamında pozitivist değerler dizisi (paradigma) çerçevesinde bilgi/bilim ve din arasındaki ilişkiler, genellikle toplumsal yapının değişimi ve gelişimi hakkında negatif yönde değerlendirilmiştir. Ancak Kuantum fiziğinin etkisi ile de 20. yüzyılın ortalarından itibaren din bilimlerine olan ilgide bir artış gözlemlenebilmektedir.
Pozitivistlerin bilime ilişkin yaklaşımı doğa bilimleri için bir sorun teşkil etmez görünürken, insan etkinliklerinin anlaşılması açısından problematik görünmektedir. İlk olarak bilimsel bilginin mutlak bilgi olup olmadığı tartışmalı bir husustur. İkinci olarak bilim bir ürün olarak en güvenilir insan bilgisini oluştururken, bir süreç olarak kendini sınayıcı özelliği ile yargılarını gerektikçe değişikliğe uğratmaktadır, yani değişmeye açıktır, bilim asıl gücünü ve tutarlı yanını kullanmakta olduğu yöntemden almaktadır. Ancak değişime açık olan bilimsel bilgilerin evrende olup biten her şeye cevap verip veremeyeceği şu an için sorunsal görünmektedir. Konunun açıklık kazanabilmesi için, insanı tanımak onun özelliklerini iyi belirlemek gerekmektedir. İnsanın biyolojik ve fiziksel özelliklerinin yanı sıra farklı yönleri de bulunmaktadır. Yani insan makine gibi çalışan mekanik bir varlık değildir. Kanaatimizce genetik bilimlerinin araştırma sonuçları, insanın özellikleri hakkında bizi daha fazla aydınlatacak gibi görünmektedir. Ancak şu anki bilgilerimizle bir değerlendirme yapılacak olursa, insanların zihni yapılarının oluşumunda, insanın basit biyolojik ihtiyaçları ve manevi özelliklerinin yanı sıra düşünme ve ahlaki özellikleri dikkat çekmektedir. Ayrıca insanın zihni yapılanma sürecinde mensubu olduğu toplumun kültürel yapısının etkili olduğu bilinen bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin olduğu gibi ele alınması, keyfi tutumlarımıza göre değerlendirilmemesi daha bilimsel bir yaklaşım olacaktır.
Daha önceden de belirtilmiş olduğu gibi bilim olgusal, gözlemsel, sistematik, mantıksal yani tümevarım (endüksiyon), tümdengelim (dedüksiyon) kurallarından yararlanan, olgular arasındaki neden sonuç ilişkilerini fonksiyonel bir biçimde ele alan ve diyalektik ilişkiler içeren toplumsal bir etkinliktir. Bir başka deyişle bilim rasyoneldir, çünkü gözlediği olguları ve olgular arasındaki ilişkileri, her türlü mistik ve doğa ötesi görüşten bağımsız olarak akıl yolu ile çözümlemeye, betimlemeye ve açıklamaya çalışır, bilimsel düşünce yöntemi emprik-rasyonel bir yöntem olup, hipotetik-dedüktif bir biçimde temel önermeler, ilkeler, yasalar bulmaya çalışır. Ancak H. Z. Ülken’in ifadesiyle, akıl işlemleri bütün zihni hayatı sınırlandıran hükümlere dayanırken, inanç konuları sınırı aşan hislere, iradeye dayanmaktadır.[1] Yani din, kutsalın tecrübesine dayanan inanç boyutu olan bilgiler manzumesidir. Ayrıca bütün dinler, şöyle veya böyle öteki dünya ile ilgili söylemlere sahiptir. Bu ise, dinlerin doğaüstü özellikler gösterdiğini ortaya kor. Hâlbuki doğa bilimleri, deney ve gözleme dayalı bu dünyaya ait bilgilere yöneliktir.
Yukarıda ifade edilenlerden anlaşılmaktadır ki, bilimsel bilgi ile dini inanca dayalı bilgiler arasında ortak yönler bulunsa da, her ikisinin birlikte kullanmaya çalıştıkları mantıksal yaklaşım da bile farklılıklar görülmektedir. Bilimsel bilgi akılcı, eleştirel ve değerlerden arındırılmış bir yaklaşım sergilerken, dini bilgi yöntem açısından anlamlandırma ve değerle ilişkilidir. Nitekim İbn Rüşd de, yüzyıllar öncesinden “Tehafet-üt-Tehafet’ül Felasife” adlı eserinde dinin bir takım mantıksal önermelere, sistemlere bağlanabilecek bir bilgi dalı olmadığını, belki kişisel ve içsel olup deneysel bilimden tümüyle ayrı bir erkten ibaret olduğunu söyleyerek bilimle dinin birbirine karıştırılmasından hem bilim, hem de dinin zarar göreceğini söylemiştir.[2] Ancak insanı ve çevremizdeki olay ve olguları anlamaya çalışırken yapılmış olan tasniflerin de birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılması mümkün görünmediğinden, inanca dayalı bilgilerle öteki bilgileri de birbirinden kesin çizgilerle ayırmak güç görünmektedir. Çünkü inanmak, akıl yürütmenin tamamıyla dışında olmayıp, akıl yürütme ve kavramlara başvurmayı din de kullanmaktadır. Bu nedenlerle dini bilgilerle bilimsel bilgileri birbirine indirgemeden, birbirini etkileyen insani-toplumsal özellikler olarak değerlendirme daha sağlıklı olarak görünmektedir. Doğa bilimleri yöntemlerinin somut bir takım dini-manevi olgulara uygulamada bir takım olumlu cevaplar verdiği görülse de, din bilimleri ile doğa bilimleri arasındaki farklılıkları göz ardı etmek, tarihsel toplumsal olayları çözümlemek için yeterli olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bilimden kasıt ne olursa olsun, bunları gerçek tarihsel olaylara uygulamak, tarihsel bilginin özel niteliğini kavramada yetersiz kalabilir.[3] Nitekim bilimsel disiplinlerden hiçbirinin şu an için cevaplayamadığı sorulara dini öğretilerin cevap vermeye çalıştığı görülür. Örneğin insan hayatının bir anlamı var mı, yok mu? Ölümden sonra hayat var mı? Evrenin bir başlangıcı ve sonu var mı? Evren yaratılmış mıdır? Dünya niçin dönüyor? Yani olgusal bakımdan ilişkileri açıklamada, cevaplandırmada aklın yetersiz ya da müphem kaldığı noktalarda devreye din girmektedir. Özellikle İslam inanç sistemi, bu tip sorulara insanları aydınlatıcı önemli bilgiler sunabilmektedir.
Özetleyecek olur isek, toplumların bütünleşmesi ve kalkınmasında iki temel olgu olan dinle bilim arasındaki ilişkileri, toplumsal gelişmenin araçları durumunda olan ve en küçük sarsıntıda yön değiştiren siyaset ve çıkar ilişkilerinin ötesinde değerlendirebilen toplumların diğerlerine göre daha sağlıklı bir yapı arz edecekleri şüphe götürmez bir gerçekliktir.
KAYNAKLAR
[1] Ülken, Bilgi ve Değer, s. 206.
[2] İbn Rüşd, Tehafet-üt-Tehafet’ül Felasife.
[3] Gadamer, “Tarih Bilinci Sorunu”, s. 86.
6 yorum
Yüreğine sağlık Rabbim kalemini güçlü kılsın inşallah.
Sagolasın aziz ve kıymetli dost, selamlar.
Hocam yüreğinize sağlik.
Osmanlı ve önceki yönetimler bu iki olguyuda(din ve bilim) beraber sentezleyip ne güzel eserler bırakmışlar.
Din ve bilim insanın iki gözü gibi. Daha geniş bir çerçeveden bakmak ve görmek için bir gözümüzü dış aleme diğer gözümüzü de iç aleme açmak elzemdir.
Kaleminiz her zaman kavî olsun Hocam.
Güzel yazınız için çok teşekkür ederim sayın hocam. Yazdıklarınızdan benim çıkardığım sonuç; din ve bilim birbirini yadsımamalı, her ikisi de insanlar için, her ikisi de ihtiyaç, çok zor da olsa ikisi bir sentez oluşturacak bir noktalaya varmalı ve bir şekilde birbirine yaklaşmalı. Başka bir deyişle her ikisi de birbirine uyum sağlayacak hatta tamamlayacak
şekilde evrilmeli. Neden olmasın?
Güzel yorumlamalarınız için ben teşekkür ederim. Sağlıklı ve huzurlu bir gelecek dilerim.