Toplumun ekseriyetinin mevcut ahval ve şerait üzerinde uzlaşısı yoksa, bu durum ayrışmayı, kutuplaşmayı çoğu durumda kaçınılmaz kılar. Toplum çıkarlar ve ilgiler açısından zengin bir çeşitliliği bünyesinde barındırsa da varlığını sürdürmesi, üyelerinin bir uzlaşıda buluşmasını gerektirmektedir. Muhakkak, bu uzlaşı nihai bir uzlaşı değildir. Zaman içinde koşullarda ve aktörlerde yaşanacak değişim, yeni bir uzlaşı arayışını gündeme getirecektir. Ancak, çoğu durumda toplumun bir varlık olarak bütünlüğünü korumasının hikmeti, bir dengeye sahip olmasıdır. Bu denge elbette zaman zaman bölünmelerle, çatışmalarla bozulur ama bu bozulmalar ekseriyetle geçicidir. Toplum bir çatışma alanıdır ama onun varlık nedeni uzlaşıdır. Toplumun bu uzlaşısını güçlü kılan kurumsal yapılanmaları vardır. Eğitim gibi kurumlar, başka işlevleri yanı sıra hatta diğer işlevlerinden öncelikli olarak, toplumsal uzlaşıya katkı sunan/sunması beklenen kurumlardır.
Siyaset-toplum İlişkisi
Peki siyaset kurumunun toplumsal “çatışma-uzlaşı” meselesindeki pozisyonu nedir? Toplumdaki bölünmelerin, çatışmaların temsil edildiği, yansıdığı saha olarak siyasete bakmak, ilk bakışta mantıklı gelebilir. Başka bir ifadeyle, siyaset toplumdaki çıkar ve ilgi kavgalarının tercüme edildiği bir oyun sahası olarak düşünülmek istenebilir. Siyaset elbette toplumsalın içinde yerleşiktir, ama modern dönemde “özerkliğini” kazanan kurumsal sahalardan biri olarak kendine ait bir mantığı da vardır. Bir başka ifadeyle, sadece toplum tarafından belirlenen değil ama aynı zamanda toplumu etkileyendir. Modern demokratik siyaset kurumunun toplumla olan ilişkisinde bu etkilemenin daha ziyade toplumsal uzlaşıya katkı sunmak olduğu aşikârdır.
Bu katkıyı mevcut toplumsal bölünmelerin, ayrışmaların ve çatışmaların çözümüne yönelik uzlaştırıcı karakteriyle yapmaktadır. Elbette güce ulaşan siyasal partinin dayandığı toplumsal katmanlar, kültürel gruplar vardır ve onları temsil etmek için hazırladığı programı uygulama eğiliminde olması doğaldır. Ancak, bunu toplumdaki bölünmeleri derinleştirecek, kültürel kutuplaşmaları kuvvetlendirecek bir yoldan yapmaz/yapamaz. Çünkü modern demokrasinin olmazsa olmaz temelleri toplumsal çatışmaya değil toplumsal uzlaşmaya dayanmaktadır. Ancak, bu temelleri yerinden oynatan birtakım alt üst oluşların yaşandığı bazı toplumlarda siyaset kurumu uzlaşmacı yapıya sahip olmaktan ziyade kutuplaştırıcı bir yapıya evrilebilmektedir.
Yeni Siyasallaşma
Türkiye’de 2017 yılında yaşanan büyük değişim -Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş- toplumsal bölünmeleri iki ana kutup şeklindeki bir ayrışmaya indirgedi. Seçilme koşulu, yani oyların yarısından fazlasını kazanma koşulu, toplumun gündelik yaşamının yeni türde bir siyasallaşma tarafından “ele geçirilmesine” yol açtı. Bu öylesine bir siyasallaşmadır ki zorunlu olarak çarpıtmayla, yalanla, inkarla işlemektedir. Çünkü her koşulda yurttaşları belirli bir kutbu savunmaya ve diğer kutbu damgalamaya zorlayan bir siyasallaşmadır. Her koşulda savunmak veya damgalamak, muhakkak çarpıtarak, yalan söyleyerek ve inkâr ederek mümkündür. Bazen hatta son zamanlarda sıklıkla “bu da olmaz artık” denilecek açıklamaların, ifadelerin ağırlıklı yer kapladığı alan sadece siyaset değildir ama bizzat toplumun kendisidir. Bu açıklamaları veya ifadeleri “cehaletle” izah etmenin yolu yoktur. Bir kutbun içine yerleşik yaşayan kişinin yani her koşulda o kutbun savunusunu yapmak zorunluluğunu duyan kişinin gerçeğe bağlı kalması imkânsız değilse bile çok zordur.
Peki seçilme koşulu niçin böylesine ağır sonuçlar doğuran bir kutuplaşmaya yol açmaktadır? Türk toplumunun ve siyasetinin yapısı, özünde ikiye bölünmeye uygun olmaktan ziyade zengin bir çeşitliliği içermektedir. Elbette iktidar ve ana muhalefet şeklinde ikili yapılanmalara yön verdiği zamanlar olmuştur Türk toplumunun, ama oyların yarısından bir fazlasını alanı seçmek zorunda kalması, onu bütünleşmeden ziyade ayrışmaya yönlendirmektedir. Bu ayrışma ikiye bölünmek anlamına gelmektedir. Halbuki ne çıkarları ne de eğilimleri açısından bu toplumun ortadan ikiye bölünmesinin koşulları yoktu(r). İttifak kuracak ortaklıkları olmayanların aynı kutba yerleşmeye zorlandığı bir süreç, netice olarak birbirinden çok farklı toplumsal ve kültürel grupları iki ana cephede toplamakta ve bu iki cepheyi kutuplaştırmaktadır.
Seçilme koşulunun yani oyların yarısından bir fazlasını kazanmanın toplumda bütünleşmeyi sekteye uğrattığı ve kutuplaşmayı sağlamlaştırdığı açıktır. Birbirine benzemeyenlerin ittifakını gerektirdiği için bu yapının “demokrasi” kültürüne katkı sunduğunu düşünenler olabilir hatta vardır. Ancak sözü edilen ittifakların toplumsal bütünleşme için sağlıklı olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Parti elitlerinin başka çare olmadığı gerekçesiyle attıkları adımlar, seçmenin kabullenmek zorunda kaldığı adımlardır. İçine sinmediği halde parti elitlerinin istediği davranışı sergileyen seçmenin yapay birleşmelere itiraz etmemesinin/edememesinin elbette ağır sonuçları vardır/olacaktır. Dolayısıyla, bu birleşmelerin toplumsal bütünleşmeye katkı sunacak sağlıklı birleşmeler olmaktan çok yapay ve bir amaç için gerçekleştirilen birleşmeler olduğu açıktır.
Ağır Sonuçlar
Seçilme koşulundan dolayı gerçekleşen bu yapay birleşmelerin getirdiği ağır sonuçlardan birisi toplumda araçsal aklın veya stratejik davranışın gün geçtikçe daha çok yerleşmesidir. “Asıl olan neticedir” anlayışı, sadece parti elitlerinin her koşulda kendi “ilkelerini” bir kenara atmalarına yol açmıyor ama bizzat gündelik toplumsal yaşamda insanların her koşulda inançlarına, hayat anlayışlarına karşı olan adımları atmalarına yol açıyor. Bu türden bir araçsallığın toplum halinde yaşamanın gerektirdiği değer-yönelimli davranışları ikincilleştirdiği kesin. Netice almak için iki kutuptan birine yerleşmenin dışında alternatif görmeyen insanların sayısının fazlalığı, bir şekilde toplumu ikiye bölüyor. Bölünme toplulukçu kimliği sağlamlaştırıyor ve her koşulda kendi topluluğunu savunmak ve diğerini damgalamak yükümlülüğü muhakkak toplumun işleyişinde ciddi bozulmalara neden oluyor.
Oyların yarısından bir fazlasını almak koşulunu yürütme yetkilerini Cumhurbaşkanı’nın elinde toplayan sistemle birlikte düşündüğümüzde, toplumsal bölünmenin derinleştiğini/derinleşeceğini daha net görüyoruz. Her şeyin ama her şeyin bir yöneticinin yetkisinde olduğu durumlarda, toplulukların siyasallaşması, demokratik toplumlarda beklenen siyasallaşmanın çok ötesine geçebilmektedir. Oy kullanma oranının ciddi anlamda yükselmesini zorlayan bu bölünme, ilk bakışta siyasete katılım açısından demokratikleşmeye katkı olarak algılanabilir. Ancak, katılımın (çok) yüksek oranda gerçekleşmesi, demokrasiye katkı vermekten ziyade birtakım problemlere yol açarak demokrasiyi zayıflatabilir. Bu zayıflatma iki açıdan gerçekleşebilir. İlki, meşruiyeti sadece seçim sonuçlarına indirgemek iken, ikincisi seçim sonrasında toplumdaki bölünmenin daha da derinleşmesidir.
Seçmenlerin yarısından fazlasının oyunu almanın meşruluk için tek yeter koşul olduğu tartışması adeta haklı bir tartışmaya dönüşür. Bu denli geniş bir kesimin onayını almış bir yöneticinin eleştirilmesi, uygulamalarına itiraz edilmesi yöneticinin topluluğu tarafından doğru bulunmaz. Bu durum netice olarak yöneticiyi sürekli kendi topluluğu adına konuşmaya zorlar. Seçimler gerçeklemiştir, yönetici seçilmiştir ve dolayısıyla normalde artık bütün ülkeyi yönetecektir ve herkesin yöneticisi olacaktır. Ancak, normal koşullar artık söz konusu değildir. Yönetici kendisini belirli bir topluluğun lideri olarak görmektedir. “Sayın vatandaşlarım” şeklinde başlayan konuşmaların, açıklamaların neredeyse hepsi yöneticinin kendi topluluğuna hitabına dönüşmektedir. Bu durum toplumsal bütünleşmeye sekte vurmakta ve kutuplaşmayı derinleştirmektedir.
Uzlaşı Sağlamayan Seçim
Kalabalık kitlelerin kazanan ve kaybeden olarak iki ana kutba indirgenmesi, seçimin bir uzlaşı sağlayamadığının işareti olur. Seçim sonrasında toplumsal kutuplaşmanın bir süreliğine de olsa yumuşaması beklenir ama bu sistemde kutuplaşma daha da derinleşir. Sürekli bir seçim halini andıran sürece geçilir. İktidardakilerle muhalefettekilerin görüşmesi, konuşması neredeyse olanaksızlaşır. Hem iktidar ve muhalif siyasal partiler birbirleriyle görüşemez hem de toplumsal kutuplar katılaşır. Gücü elinde tutan yöneticinin topluluğundakiler gelecek seçimleri kaybetme durumunda toplumdaki pozisyonlarını kaybedecekleri algısına kapılır. Muhalefettekilerin topluluğundakiler ise toplumsal pozisyonlarının ancak seçim kazanmakla iyileşeceği inancına sarılır. Bu durum, son derece ciddi riskleri barındırdığı gibi, demokrasinin zayıfladığı ve insanları bir uzlaşıda buluşturma işlevini yitirme noktasına geldiğini gösterir. Netice ise toplumun bütünleşmesine değil kutuplaşmasına hizmet eder.
Özetle, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin getirdiği toplumsal sorunlar görmezden gelinecek hafiflikteki sorunlar değildir. Bir toplumun ekseriyetini derinden etkileyen ve gündelik yaşamı ağırlıklı olarak ele geçiren bir tür siyasallaşmayı gerektiren oyların yarısından bir fazlasını almak koşulu ve yetkilerin tek bir yöneticide toplanması meselesi, sadece demokrasinin işleyişindeki sıkıntılara değil ama daha önemlisi toplumsal bütünleşmeyi sekteye uğratan sorunlara işaret etmektedir. Bu sisteme geçişte toplumun ekseriyetinin rızasının olmadığını düşündüğümüzde, böylesine büyük değişimlerin gerçekleşme şartını toplumun yarısından bir fazlasının oyuna dayandırmanın nasıl da yanlış olduğunu görürüz. Demokrasilerde toplumun bütününü ilgilendiren büyük değişimin gerçekleşmesi şartının toplumun ekseriyetinin uzlaşısını gerektirdiği açıktır.
1 yorum
İbrahim Kaya hocamızın dersini dinlemiş olmak ayrıcalıktır. Kaleminize sağlık.