Bu köşenin okuyucularının kolayca hatırlayacağı üzere, bundan önceki yazılarımda (sigara, kanser ve genetik, 08.11.2010; kokain bağımlılığı ve genler, 25.10.2010; anne, çocuk ve alkol 21.06.2010) ısrarla üzerinde durduğum konulardan birisi de şu oldu: “Epigenetik” denen etkenler.
Şimdi, şu italik harflerle yazılmış ve tırnak içerisine alınmış olan cümlenin neler çağrıştırdığına ve ne gibi tehlikenin olabileceğini çok açık olarak vurguladığına bakalım. Zira bugünkü yazımın ana teması bu cümle ile özetlenebilecek durumdadır. “Adına metilasyon denen küçücük bir şeyin anne-baba tarafından kaale alınmaması ya da anne-babanın zayıf bir diyetle beslenmesi iki kuşak sonraki torunlarda depresyon ya da şizofreniye neden olabilmektedir.” Bunu söyleyen ben değilim. Bu yargıya varanlar 2-6 Kasım 2010 tarihleri arasında Washington DC’de yapılan “The Amerikan Society of Human Genetics”in 60’ıncı yıllık toplantısında araştırmalarını sunan Zürih Üniversitesinden (İsviçre) Isabella Mansuy ve ekibine aittir. Epigenetik araştırmaların çok büyük bölümü kanser üzerine yoğunlaşmışken Mansuy ve ekibi epigenetik faktörlerin psikiyatrik hastalıklara etkisi üzerinde yoğunlaşmışlar. Araştırıcılar erkek fareleri doğduktan sonraki iki hafta süresince strese maruz bırakmışlar ve ayrıca annenin emzirmesine mani oldukları gibi anne şefkatinden uzak tutmuşlar. Üzerlerinde bu deneme yapılan, yani aç bırakılan ve depresif hale getirilen bu farelerin iki kuşak sonraki torunlarında aynı depresif durum ve endişeli yapı ortaya çıkmıştır. Daha değişik bir ifade ile depresyona tabi tutulan erkek fareler epigenetik kimyasal ajanları, anahtar görevi yapan beyin genlerine aktardıktan sonra bunların da sperm hücrelerine geçmesi sonucu aslında kalıtsal olmayan epigenetik faktör kalıtsal bir nitelik kazanarak iki kuşak sonraki torunlarda da kendini gösterebilmektedir (Biyological Psychiatry, DOI:10.1016/J.biopsych.2010.05.036). Dolayısıyla DNA metilasyonundaki değişiklikler kalıtsal bir nitelik kazanabilmektedir ki bu da ilk kez açıklanan bir durum olmuştur.
Diğer yandan David Sweatt ve arkadaşları (Alabama Üniversitesi, Birmingham, ABD) benzer durumları şizofrenik ve bipolar hastalarda BDNF (“Brain Derived Neurotrophic Factor”) düzeyinin anormal derecede düşük olduğunu iki yıl önce yaptıkları çalışmada göstermişlerdir (Biological Psychiatry, DOI:10.1016/J.biopsych .2008.11.028).
Şimdi artık işin bir başka boyutuna gelerek bazı hatırlatmaları yapma zamanı geldi sayılır. Özellikle son yıllarda insanları “kolesterol” ya da “obezite” manyağı yapan yayınlar kadın-erkek tüm toplumu bir diyet paranoyasına sürüklemiştir. Oysa yapılan araştırmalar psikiyatrik hastalıklarla iyi beslenememe arasında önemli bir bağın olduğunu göstermektedir. (Psychoneuroendocrinology, DOI:10.1016/J psyneuen. 2010.05.012).
Sonuç olarak çocukluk döneminden itibaren maruz kalınacak sürekli stres ve beslenme problemleri sonraki kuşaklarda bazı psikiyatriksi hastalıklara neden olabilmektedir. O nedenle insanlar yalnızca kendilerini değil çocuklarını ve torunlarını da etkileyecek epigenetik faktörlerden uzak kalmaya ya da onların zararlı hale gelmemesine özen göstermelidir.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.