“İnsan” (human) kavramı etrafında çeşitlenmiş kavramlar dizini, transhümanizm, posthümanizm, antihümanizm, metahümanizm birbiriyle ilintili ancak aynı zamanda ciddi bir enformasyon yaratan kavramlardır. Bu kavramlar teknolojinin ve materyalin lojistik desteğiyle insana “iyi gelecek” gibi içeriklendirilse de, son kertede “e sonra ne olacak?” diye soru sorduğunuzda elinizde büyüsellikten başka bir şeyin kalmadığını rahatlıkla görebilirsiniz.
Burada merkezi bir kavram olarak görünen posthümanizm ile başlayalım. Bilindiği gibi “post” öneki başına geldiği kavramla ilintili olarak klasik anlayışın sona ederek yeni bir anlayışın başladığını ima eder. Söz gelimi; post-truth klasik hakikat anlayışının sona erdiği, hakikatin parçalanarak görelileştiği bir duruma göndermede bulunmaktadır. Tekraren belirtmeliyim ki, “post” ön ekli kelimelerin hepsi postmodern durumun içinde içeriklenen alt kavramsallaştırmalardır. Doğrusu bu kadar çok kavram enflasyonu, her şeyden önce enformasyon bolluğu yaratarak hakikati gözden kaçırma teşebbüsü açısından post-truth çağıyla son derece uyumlu.
Posthümanizm, insanlar arasında daha önce farklı sebeplerden kaynaklanan ayrımları ve hiyerarşiyi kaldırarak, gerek onu kuşatan çevre gerekse kültürel, sosyal, biyolojik vb. açılardan evrimleşmiş bir insana göndermede bulunmaktadır. Kavramı ilk olarak kullanan Ihab Hassan’dır. Transhümanizm ise, gelişen teknolojilerin yardımı ve desteğiyle insanın tıbbi, biyolojik vb. açılardan daha iyi duruma getirilmesini hedeflemektedir. Bu bağlamda her iki kavramın örtüştüğü, hatta birbirinin yerine kullanıldığı durumlar olmakla birlikte, transhümanizmin bir alt kavram olarak posthümanizmi seferber ettiğini söyleyebiliriz.
Meselenin daha iyi anlaşılması açısından insanlığın yakın dönem hikayesine kısaca bakabiliriz. Protogoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” sözünün daha kurumsallaşmış bir dünya görüşü ve pratikleriyle Rönesans’tan itibaren karşılaştı insanlık. Aslına bakarsanız, Hz. Adem’den (AS) beri hikaye hep aynıdır; Tanrı’nın yerine ikame olmaya ve ebediliği ele geçirmeye çalışan insan hikayesi. Böylece gelişen ve insanlık tarihinde modernizm ile birlikte kurumsallık elde eden hümanizm, insanı aşan bütün otoriteleri reddetti; en başta Tanrı olmak üzere.
Hümanizm yani insan merkezcilik, “biz insan merkezli hizmet yapıyoruz” türünden belediyelerin reklamları çerçevesinde anlaşılacak bir şey değildir. Ontolojik, epistemolojik, etik ve estetik açıdan her şeyin kaynağı ve meşruiyetinin insan olduğu bir durumu ifade eder. İnsanın kendi yetilerini en üst düzeye kadar geliştirmesi tabii ki önemlidir. Ancak sınırlı ve sonlu bir varlığın tüm bilgi ve varlığın kaynağına kendisini yerleştirmesi ve meşruiyetini kendinden menkul görmesi, ancak kendi kendini doğrulayan bir kehanet olarak okunabilir.
İnsanın ontolojik ve epistemolojik açıdan bir meşruiyet kaynağı olması bir problem midir? Burada en başta sormamız gereken soru; bunun insanın hakikati ile tekabüliyeti nedir şeklinde olacaktır. İnsanın dünyaya dair bilgi üretmesi (bilim) elbette önemlidir. Ancak bu üretilen bilgiler ucu açık olup, daha sonraki süreçte yanlışlanma ihtimalini üzerinde taşırlar. Bu açıdan insanın kendini epistemolojik ve buna bağlı olarak ontolojik bağlamda mutlaklaştırması kendi hakikatiyle örtüşmez. En nihayetinde geçen yüzyılda Karl Popper, Thomas Kuhn ve Paul Feyerabend gibi isimlerin analizleri ve postmodernliğin epistemolojik kesinliğin sınırlarını öznel benin sınırlarına çekmesini iyi okumak lazım gelir.
Bacon ve Descartes ile içeriklenen modern süreç insan ile diğer varlıklar arasındaki ilişkiyi bir düalizm içerisinde şekillendirmişti. Bu bağlamda insanın da merkeze çekilmesiyle, önce tabiat sonra da giderek tüm eşya ve insanlar kontrol edilmesi gereken varlıklar olarak ötekileştirildi. Bunun geldiği uç boyutlardan birisi, Hitler’in bilimsel yöntemleri kullanarak ari ırk oluşturması idi ki, son kertede kontrol üzerine dayanmaktadır. Modern dönemde bu kontroller aşikar bir baskılama yöntemi ile yapılıyordu. Postmodern dönemde ise örtük bir şekilde postmodern aforoz sistemiyle yapılıyor.
Teknoloji insan hayatını kolaylaştıracak, daha gelişmiş aygıtlar icat edilecek, her şey küçük aletlerin içinde bize gelecek, insan ömrü uzayacak vb. Peki tüm bunlar son kertede benim varoluşum, dünya ile irtibatım, içsel süreçlerim, insan olarak varoluşumla ilgili ne söylüyor? Kocaman bir hiç. Hatta tam tersine kanlı canlı bir varlık olarak insan yerine robotumsu, pürüzsüz bir varlık tasarlayarak benim yerime ikame etmeye çalışıyor. Açıkça söyleyeyim; hala çadır hayatı yaşayan yörük kadının “insan mutlu olduğu kadar yaşamıştır” diye ifade ettiği bir hayat felsefesi kadar bile bana sunacak bir cümlesi yok. (https://www.youtube.com/watch?v=q0nrlS8IhbM)
Telefonlar, gelişen teknoloji, ışıklı aygıtlar insanları niçin bu kadar cezbediyor anlayabilmiş değilim. Her dönemde insanlar güç, kuvvet ve kolaylık bakımından daha iyi durumda olduğunu düşünüyorlar. Ancak post/modern insanın durumu, Fir’avn’ın sihirbazlarının büyülerine hayranlıkla bakmalarına benziyor. Sorulması gereken tüm bunların insanlığın toplam kalitesine ne kattıklarıdır. İnsanlığın bugün mustarip olduğu sorunlar, onu yaratan paradigmanın içinden çözülemezler. Mevlâna’nın dediği gibi; “yay eğri olunca ok da eğri gider.” Önce paradigmadan başlamak lazımdır.
Şimdi diyorlar ki insana, “Biz seni iki yüz yıl yaşatacağız; hatta ölümsüz olabilirsin.” Sözlerin tınısı ne kadar da Hz. Adem’in iğvasını getiren vaatlere benziyor değil mi? Ben de diyorum ki, “yemezler.”