Akdeniz’in yakıcı sıcağında, İskenderun Körfezi’nin muhteşem mavisine bakıyorum. Tatlı hafif bir esinti rengârenk begonvilleri okşayarak geçiyor. Ne güzel bir gün! Gelmekte zorlandığım evim… Neden mi? Zamansızlıktan elbette.
Bugünlerde bir makale ile uğraşıyorum. Makaleyi yazarken de “Acaba kaçımız bu sendroma yakalanmadık?” diye düşünmedim değil.
Tükenmişlik sendromu ilk kez 1970’li yıllarda Freudenberger tarafından tanımlanmış. Sanayileşmiş ülkeler sendromu ciddi bir sorun olarak görmüşler. Peş peşe yapılan çalışmalarla özellikle sağlık personelinde sendrom büyük tehlike olarak görülmüş. Bir süredir bizim ülkemizde de farkındalık arttı.
Davranış bilimci olarak sürekli gözlem yapmak, aldığım eğitimin kaçınılmaz bir parçası. Dostlarıma bakıyorum; öfkeli, bunaltılı tavırlar içindeler. İşe gitmek istemediklerini ve ne yaparlarsa yapsınlar her şeyin kötüye gittiğini ve tüm çabaların boş olduğunu söylüyorlar… Bitirilemeyen işler, karşılıksız çabalar, ödülsüz cezalar, şiddetli “mobbing” hareketleri, umursamaz ve ekibine tepeden bakan ya da yok sayan yönetsel politikalar tükenmişlik sendromunun en büyük nedenleri.
Düşünsenize, gece gündüz çalışıyorsunuz ve karşılığında bir beklentiniz var. O da ne? Şu veya bu şekilde aldığınız para düşüyor. Ne büyük hayal kırıklığı değil mi? Ne yaparsanız yapın, belli bir gelir düzeyi üstüne çıkamıyorsunuz! Yönetim şeffaf değil ve duyuyorsunuz ki, yönetime yakın gruplar gözetilmiş! İnsan çıldırır! Gece yarısı koşa koşa gidip ameliyat yapmışsınız, bakmış, tedavi etmişsiniz. Niye niyeee? Yemin ettim yemin!
Hasta ölümden dönmüş ama bir komplikasyon yaşanmış. Hasta sahibine anlatamıyorsun ki derdini. Toplum zaten şiddet toplumu olmuş. Şiddete maruz kalıyorsunuz. Bir keresinde hastanın aşireti ameliyathaneyi işgal etmişti. Şaka yapmıyorum. Önlerine kim geldiyse darp ettiler. Yok bana birşey olmadı.
Hekim sorguluyor "Ben neden ve kim için çalışıyorum?" Haksız mı? Bana göre haklı. Yaygın bir tükenmişlik yaşanıyorsa mutlaka çözüm gerekli.
Üniversitelerde performans sistemi yürümemektedir. Bunun yerine sabit ücret kısmı artırılmalı ve belki yüzde 25 gibi bir oran performansa dâhil edilmelidir. Öğretim üyesinin birinci ve en kutsal görevi öğrenci, asistan yetiştirmek ve yeni bilgi üretmek, ürettiğini paylaşmaktır. Üniversiteler yazık ki bu görevlerinden uzaklaşmaktadırlar. Haftanın beş günü sabahtan akşama ameliyat yapan, hasta bakan ve takip eden öğretim üyesi ne zaman araştırma yapacak? Ders anlatmak bile bazı hocalara artık angarya gelmektedir. Tez danışmanlıkları gereksiz, seminerler boş hale gelmiştir. Zaman yok! Hasta bakmaktan başka işe zaman yok. Sahiden yok. Üniversite bu olamaz olmamalıdır. Akademisyen, yaptığı akademik iş karşılığında ücret almalıdır. Üniversite hocasından sağlık iş gücü olarak yararlanmak çok doğru olmasa gerek. Hocanın birincil görevi sağlık hizmeti sunmak değildir. Eğer hoca birinci görevinin bu olduğunu sanıyorsa o da büyük bir yanılgı içindedir. Ancak bu demek değildir ki; ben hasta bakmam, ders vermem, asistan yetiştirmem! O zaman “Hoca ne işe yararsın?” diye sorarlar.
Geleceğimizin daha iyi olabilmesi ancak daha iyi eğitim ve bilgi ile olur. Bireysel farkındalıkların yok olduğu bir toplumda yol almak pek mümkün görünmemektedir. Eğer bu tükenmişlik sendromu sağlık personelinde ve özellikle de hocalarda sürerse işler iyiye gitmez. Bireysel olarak tükenmişliğimizin farkına varmalı, bireysel yardım taleplerinde bulunmalıyız. Yönetimlerin tutumları bugünlerde çok önemli. Umudu yok etmek, insanlara haklarını vermemek, adalet duygusunun kaybolmasına izin vermek ve şeffaf olmamak yapılacak en büyük hatalar olacaktır. İnsanların kendi gelecekleri hakkında karar sahibi olamaması, çalıştıkları yerlerin fare kapanları haline getirilmesi ve taşınamayacak yükler yüklenmesi yakın gelecekte çalışma isteğini tamamen kaybetmiş kitlelerle karşı karşıya bırakacaktır bizleri.
Diğer bir sorumlu alansa devletin ta kendisidir. Devlet, sözlerini tutmalı ve politikalarını mutlaka gözden geçirmelidir. İnsanları insan gibi değil de robot gibi görmek bir süre sonra sağlıklı çalışan kalmamasına ve ağır bedeller ödenmesine yol açacaktır.
Ne kadar isterdim Akdeniz’i anlatan romantik ve huzurlu bir yazı yazmayı! Yine başaramadım ! Belki de ben romantik yazılar yazma kapasitesine sahip değilim.
Tükendim mi ne?
Akademik yıla selam olsun.
Saygılarımla