Covid-19 virüs salgını, Türkiye’de Mayıs 2020’nin sonlarında stabil bir durumda iken, 01 Haziran 2020 tarihinden bu yana vaka sayısının hızlı bir yükselişi karşısında ancak Temmuz 2020’nin ortasından sonra çok az da olsa bir düşüş gösterebilmiştir. Bu durum bizlerin, acaba nerede ve neyi eksik yaptığımızı ya da atladığımızı sorgulamamızı gerektiriyor. Önlemleri aldık fakat bu önlemleri uygulamada bir sorun yaşayıp yaşamayacağımızı ön görmekte zorlandık. Amaç önlemleri almak ise, bunları gerçekleştirecek araçlara ne ölçüde sahibiz sorusuna odaklanamadık. Bu durum yalnızca Türkiye için değil çoğu yabancı ülke için de geçerlidir. Virüsün yayılmasının nedenini yalnızca, 1 Haziran 2020 tarihinde başlatılan kuralların esnetilmesine bağlayamayız. Esnetilmenin arkasındaki yaşanan kültürel dokunun neler olduğuna bakılması gerekir. Nihayetinde, bu perspektiften bakıldığında kanımızca üç farklı alanının dikkate alınması gerekir. Bunlar; ekonomi ve çalışma yaşamı, sosyallik ve kültürel doku, psikoloji ve iletişim alanlarıdır. Bu alanlar aynı zamanda birbiriyle bağlantılı, dolayısıyla ilişkisel bir özellik göstermektedir. Bu konuda sosyolojik bir yorum yapabilmek için Türkiye’de salgına ilişkin alınan önlemlerin nasıl ve ne gibi sonuçlar doğurduğu, sözü edilen ve birbiri ile ilişkisel olan bu üç farklı alanı değerlendirmek ile mümkündür.
Öncelikle Covid-19 virüs salgınının ardından Dünya Sağlık Örgütü‘nün (DSÖ) önerisi ile hükümetlerin ulusal düzeyde oluşturdukları bilim kurulları, salgınla mücadelede kılavuzluk edecek bir yol haritasını belirlemek üzere görevlendirildikleri bilinmektedir. Koronavirüs Bilim Kurulu, Türkiye’de erken diyebileceğimiz bir sürede hayata geçirildi ve başarılı çalışmalarıyla önemli bir sınav verdi. Bu bağlamda, küresel salgının İtalya, İspanya, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi vb. ülkelerdeki durumunun vahimliğini Türkiye’de yaşamadık. Özellikle sınır kapılarının ve hava limanlarının giriş-çıkışlarının kontrolünde yaşanan sıkıntılar kısa sürede atlatılırken insanların da maske, mesafe ve hijyen kurallarını dikkate almasının, 65 yaş ve üzeri ile 20 yaş ve altı yaşındaki bireylerin sokağa çıkma yasağına uymasının, Türkiye’yi bir İspanya, İtalya, Fransa vb. gibi yapmaktan alıkoyduğunu düşünüyorum.
Koronavirüs Bilim Kurulunun yerinde ve zamanında aldığı bu önlemlerin başarısı açıktır. Ancak Bilim Kurulu yalnızca tıp alanında değil, sosyal bilim alanındaki bilim insanlarını da içine alacak şekilde interdisipliner bir biçimde oluşturulabilirdi. Bir müddet, tıp alanının hakimiyeti altında alınan kararların ve kullanılan kavramların topluma yansıması, tıp dilinin hegemonyasını öne çıkaran Foucaultcu anlamda “bilginin iktidarını” yaratmıştır. Pandemi, entübe, PCR, filyasyon, çeşitli ilaç ve aşı adları vb. gibi sözcüklerin medyada sürekli dillendirilmesi, bilginin iktidarının örnekleri arasında sayılır. Bu önemlidir; nihayetinde tıbbın bir terminolojisi vardır. Ama sağlık açısından alınan önlemlerin, tıbbın dışında, sosyal bilimler alanında neye denk düştüğü ve bu uygulamaların sonuçlarının neler olabileceği tahmin edilemedi. Zira daha sonra bunun farkına varılmasıyla, Türkiye’de ikinci kurul olarak Toplum Bilimleri Kurulu oluşturuldu. Burada belirtilmek istediğim; küresel bir salgında tüm topluma ilişkin alınacak kararlar ve önlemler dizisinde, kurulların yalnızca sağlık mensuplarından olmasının sorunu çözmek için yeterli olamadığıdır. Bu nedenle, rasyonel olan diğer disiplinlerle işbirliği içinde bu çalışmaların yürütülmesidir.
Salgınla mücadelede bu iki kurulun ilişkiselliği ve işbirliği söz konusu iken birbirinden bağımsız çalışması, yukarıda sözü edilen amaç ile araç arasındaki açıklığı/boşluğu yaratmıştır. Yani amaç güzel ama bu amaçların gerçekleştirilmesi için vatandaşın sahip olduğu araçlar uygun mudur, ya da vatandaş bu araçlara sahip midir? Vatandaşın yaşamını kolaylaştıracak düzenlemeyi vatandaş tek başına mı yapacaktır yoksa bu düzenlemede rolü olan paydaşlarla birlikte mi yapmaları gerekmektedir, sorularına açıklık getirmek gerekir. Bu nedenle bu iki kurulun birbiri ile işbirliği içinde ortak çalışmasına ihtiyaç vardır. Bilim kurulunun aldığı bir kararın, Toplum Bilim Kurulunun öngörüleriyle desteklenerek hayata geçirilmesi sorunun çözümünü kolaylaştırabilir. Zira, alınan sağlık önlemlerinin insanın yaşantısına olan tekabüliyeti bazen sağlığı bozucu bir işleve dönüşebilir. Bunun en açık örneği, ekonomik krizin aşılması için çalışma yaşamına ilişkin kuralların esnetilmesi kararının alınması sonucunda yaşanmıştır. Çalışanlar işe gitmek zorundadır; ama işe gitmek için kurul tarafından uygun araçların nasıl düzenleneceği belirtilmesine rağmen bunun uygulamasında karşılaşılacak sorunların neler olabileceği hesaplanamamış ya da tahmin edilememiştir. Şimdi, bu konuyu çalışma yaşamı içinde biraz ayrıntılı olarak görmeye çalışalım.
1)Ekonomi ve Çalışma Yaşamı: Gerek medyadan izlediğimiz gerekse çevreden edindiğimiz bilgilerin bizlere yansıması, Türkiye’de vatandaşların kurallara uymadığı, aksine kurallara bir direnç gösterdiği biçiminde olmuştur. Buna ilişkin örneklere bakacak olursak; sokakta halay çekenler, sokakta-parkta yan yana yürüyerek birbirleriyle yakın temasta bulunanlar, asker uğurlamalarında maske takmayanlar, fiziksel mesafeyi hiçe sayanlar, alışveriş kuyruğunda dip dibe girenler, dolmuşlarda tıkış-tıkış sıkışanlar, bunların hapsi yasağı delen uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hususlar içerisinde, özellikle son günlerde en dikkat çeken husus, sabah akşam işe gidip gelenlerin dolmuştaki sıkışıklık halleridir. İnsanlar virüsün öldürücü etkisini bilmelerine rağmen neden kuralları ihlal ederek ölüme davetiye çıkarmaktadır? Neden fiziksel mesafeyi hiçe sayarak nefeslerinin birbirlerinin enselerinde olacak biçimde dolmuşa binerler, kuyrukta beklerler? Aslında bunun nedeni açık. Evini geçindirmek için para kazanmak zorunda olan, dolayısıyla işini kaybetmemek, işine geç kaldığında ücret kesintisine uğramamak için hayatını değersiz kılacak biçimde tıklım-tıklım dolmuşa binen bu insanlara uygun araçlar sunulmamıştır. Kısacası hayatta kalmak mı, yoksa evi geçindirmek mi sorusunun tek bir yanıtı öne çıkmaktadır; o da para kazanmak. Çalışmak zorunda olan insanların bu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Evini ya da kendini geçindirmesi gereken bu insanlara, yasağa uymak için ne tür imkanlar sunuldu? Kuşkusuz toplumda herkesin ulaşım için özel otomobile sahip olması beklenemez; ayrıca bu gerekli de değildir. Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde ulaşım imkanlarından herkesin eşit derecede yararlanması bir ilkedir. Bu anlamda kararlar alınırken bunun neticelerinin neye yol açabileceğini de düşünmek gerekmektedir. Eğer işe gidip gelenler için dolmuş, otobüs, sayıları artırılabilseydi ya da kamu ve özel sektörde çalışanlara servis hizmeti sunulabilseydi ya da fazlalaştırılabilseydi, bu insanların salgına yakalanması ve salgını yayması engellenebilirdi. O zaman, insanları kolay yoldan kurallara uymamakla suçlamak da doğru gözükmüyor. Kısıtlılığın kaldırılması ve esnekleşmeye dönüşün faturasını bu insanlara çıkaramayız. Kuşkusuz salgın, toplumdaki farklı kesimleri farklı biçimlerde etkilemiştir. Burada söylemek istediğim Koronavirüs Bilim ve Toplum Bilimleri Kurullarından birinin aldığı bir kararın diğerini bağlıyor olmasıdır. Bu yüzden mevcut iki kurulun birlikte çalışması ve alınan kararların etkilerinin neler olabileceğinin tartışılması sağlıklı uygulamalar için şarttır. Bu kurulların, salgını önlemeye ilişkin kararlar alırken yaş, cinsiyet, sosyoekonomik düzey ve kültürel farklılıklardan kaynaklanabilecek hususları ön planda tutmaları gerekir. Başka bir ifadeyle, insanların kurallara uymasını istiyorsak yetkililerin aldığı kararların rasyonel olmasına, neden-etki ilişkisinin birbiri ile bağlantılı olmasına ve insanlarda çelişkili çağırışımlar yapmamasına dikkat edilmelidir.
2) Sosyallik ve kültürel doku: Sosyal ilişkilerin temel koşulu olarak bilinen yüz-yüze/face to face ilişkilerini, “evde kal” döneminde yeni medya araçları üstlendi ve salgın karşısında fiziksel mesafe en aza indirildi. İnsanın bio-psiko-sosyal bir varlık olduğu, gündelik yaşamını sosyal ilişki ve pratikleri ile dili sayesinde sürdürdüğü, bu nedenle birlikte ve bir arada yaşama gerçeği, bireyin sosyal bir varlık olarak sosyalliğini ortaya koymaktadır. Bu, insanın diğer canlılardan farklı olarak sosyal ilişki kurma kabiliyetinin yüksekliğine işaret eder. Salgının hızla yayıldığı ilk döneminde, tabiri caiz ise tam bir sosyal izolasyon yaşanmıştır. Keza salgın döneminde en sık kullandığımız kavram sosyal mesafe oluştur. Sosyal mesafe, sosyal izolasyonu karşılayan bir anlama sahip değildir. Sosyolojide sosyal mesafenin imlediği şey, statüsel pozisyonların ve sosyal kimliklerin birbirine olan uzaklığıdır. Ebeveyn-çocuk ilişkisinden işyerindeki amir-memur ilişkisine, patron-işçi ilişkisinden siyahi-beyaz insan ilişkisine varıncaya kadar geniş bir spektrumu oluşturan hiyerarşik mesafeye göndermede bulunur. Bu kapsamda, bireylerin konumlarının birbirlerine olan sosyal uzaklığını ifade eden bir anlam taşır. İşte mesafe bu anlamda sosyaldir. Fiziksel mesafe ise insanların fiziki olarak birbirine olan uzaklığının ifadesidir. Sosyal mesafe kavramı, ne yazık ki DSÖ de dahil tüm dünyada yanlış dolaşıma girmiştir. Bu nedenle salgından beri fiziksel mesafenin, sosyal mesafe olarak kullanıldığına tanık olmaktayız. Salgınla ilgili olarak fiziksel mesafe, insanların birbirleri aralarında olan mesafenin 1,5 metre olmasını ve insanlarla fiziksel anlamda yakın temastan uzak durmayı imler. Kuşkusuz sosyal mesafe ile fiziksel mesafeyi birbirinden kesin bir biçimde ayırmak güçtür; çünkü fiziksel mesafenin içinde bir nebze de olsa sosyal mesafeye ilişkin bir gönderme bulunmaktadır; ama sürekli sosyal mesafe kavramının ön plana çıkartılması, halkın nazarında yanlış çağırışımlar yapmasına ve bu nedenle çoğu insanın kavramın anlamını içeriğinden uzak noktalara çekmesine sebep olmaktadır. Oysa bunun adı fiziksel mesafedir. Yine dolaşımda olan sosyal izolasyon kavramı ise “kendinizi diğer insanlardan yalıtın” demektir. Dolayısıyla insanın sosyalliği ve kültürel dokusu dikkate alındığında, bireyin diğer bireylerden uzak durmasını, yakınları ile ilişkilerine bir set çekmesini, halkın alışkın olduğu sık dokulu ilişkilerini ötelemesini getirir. Fakat insanlarımızın salgın konusunda en büyük desteği yine aile yakınlarından gördüğü de bir gerçektir. Bu nedenle aile, akraba eş-dost, ahbap, arkadaş gibi kavramlar, coğrafyamız ve kültürümüz açısından son derece önemlidir ve bunlar anadolu insanı için bir mana ve değer taşır. Önlemler giderek esnekleştikçe, insanlarımızın mevcut alışkanlıklarını birden değiştirmelerini beklemek uygun bir yaklaşım olamaz. Halkın çoğu şöyle düşünmektedir: Akdeniz ülkesi insanı olarak sıcakkanlı olma, Türklerin genlerinin bu virüse dayanıklı olduğu inancı, bizim ülkemizde yok ki yabancı ülkelerde var deyip virüsü yadsıma anlayışı giderek yayılmaya başladıkça ve esnemelerle birlikte insanlar bir nevi rehavete kapıldıkça, vaka sayılarında artış kaçınılmaz olmuştur. Kuşkusuz uzun süre evde kalmak, kısıtlılıkların esnemesiyle birlikte insanlarda rehavet ve sosyal ilişkilerini sürdürmeleri tepkisini doğurmuştur. Dolayısıyla asker uğurlama, taziye evlerine gitme, düğünler, Hac dönüşü ziyaretler, gizli gizli eğlence partileri düzenlemeler vb. gibi uygulamalar, stabil olan vaka sayılarını tetikleyerek virüsün ikinci dalgasının yayıldığı korkusunu yaşatmıştır. Kırsal yerleşimlerde “Evladım, akrabalar İstanbul’dan taziyeye gelmişler, gidip görmem lazım gitmezsem ayıp olur, o kadar yoldan gelmişler” anlayışı ve kentlerdeki asker uğurlamaları için eğlence düzenlemeleri, yolların kapatması, silah kullanılması vb. hepsi kültürel kodlarla ilgilidir. Gençlerin arkadaşlık anlayışı çerçevesinde “arkadaşı için canını veren” ve “her şeyi göze alan” bir duruşla asker uğurlaması düzenlemeleri kültürel kodlar olarak geleneklerin, değer, norm ve inançların birer yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum aynı zamanda, “yaşamın değeri” anlayışını hiçe saymak anlamına gelmektedir. Tüm bu davranışlar, insanların ne fiziksel mesafeyi ne de sosyal mesafeyi anlamlandıramadıklarını ortaya koymaktadır. Bunun için, medyanın yalnızca haber kanallarında çocuklar üzerinden reklam amaçlı düzenlemeleri yeterli olmamıştır. Çünkü herkes aynı kanalı izlemediği gibi medyanın hedef kitleleri de farklıdır. Diğer eğlence amaçlı kanallarda da yapılan programların içine salgından korunma, kurallara uyma mesajı serpiştirilerek verilebilseydi belki sonuç farklı olabilirdi. Büyük kentlerin bazı bölgelerinde, kırsal alanlarda ve küçük kentlerde kültürel örf ve adetler gündelik yaşamın rutinleri arasındadır. Saydığımız bölge ve yerlerde birey alışkın olduğu bu pratikleri yapmazsa kendini eksik hisseder, kınanacağını, ayıplanacağını varsayar ve komşusuna, yakınına, ahbabına mahcup olacağını düşünür. Bunlar bireylerin davranış kalıpları ve kültürel değerleridir. Dolayısıyla kültürümüzün kollektif/dayanışmacı yapısı ve ruhu, bu virüsün ciddiyetini anlamaya pek imkan vermemektedir. Ancak, kişi çok yakınındaki birinin hastalığını birlikte deneyimlediği taktirde hayatından endişe eder hale gelmektedir. Eğitim düzeyi yüksek olan bireylerin bile virüsü ciddiye almamasının altında yatan neden, kültürel alışkanlıkların çocukluktan itibaren zihinlere kodlanmış imgeler olmasıdır. Bireyler alışkın oldukları davranışların dışına çıkmayı pek istemez, hatta direnç gösterirler çünkü alışkın oldukları bu davranışlar onların yaşamlarını kolaylaştırmakta, destek olmakta ve her zaman için bildiği bir şeyi yapmaktadır. Alışkanlıklarımız, rutinlerimizdir. Dolayısıyla, bunlardan sapma olduğunda birey bilinmezliğe karşı direnç gösterir. Alışkın olduğumuz rutinler yaşamımızı kolaylaştırırken yeni durumlar bu rutini bozmada uyum yapmamızı zorlaştırmaktadır. Sosyolojik açıdan yeni durumların yarattığı belirsizlik karşısında insanların alışkanlıklarını hızlıca değiştirmesini beklemek iyimserlik olur. Gayri ihtiyarı olarak eylediği bu davranış, bir çeşit kendini kapatma yoluyla virüsün varlığından haberi yokmuş gibi davranmasına ve kaçışına neden olur. Bu açıdan, insanların aniden alışkanlıklarından vazgeçme olasılığı düşük olduğu için ,bilim kurullarının aldığı önlemlerin tutarlılığını ve kültürel davranış kodlarını hesaba katmaları gerektiği işte bu yüzden önemlidir. Medyanın da bu yönde yardımcı olması beklenir.
3.Psikolojik durum ve iletişim: İnsan psikolojisinin işleyiş biçimi ve iletişim kurma tarzı, yasaklara doğru bir tepkinin oluşmasını ve kurala direnme davranışının gelişmesine odaklıdır. Psikolojideki etki-tepki ilkesinin işleyişi gibi çok yasak, karşılığında bir o kadar da tepki yaratır ve “bana bir şey olmaz diyenler, salgın karşısında maske takmaktan utananlar, maskenin yüzüne yakışmadığını, erkekliğe aykırı olduğunu söyleyenler, terlettiğini, nefes alamadığını iddia edenler” vb. gibi mazeret üretenler kendi ben’lerini ikna ederek halkalaştırma yoluna girişirler. Kendini ifade etme aracı olarak kurallara direnme, bir mikro-iktidar anlayışını da beraberinde getirir. Böylece kişiler kendi mikro-siyasetini ya da mikro iktidarını sergilerler. Kurallara uymayarak kendini güçlü hissetmek, bu davranışıyla kendini var kılmak gibi yollara başvururken, birlikte yaşamın gereği olan kendi dışındaki öteki insanların varlığına ilişkin sorumluluk duygusu düşme eğilimi gösterebilir. Salgın döneminde kişilerin şöyle düşünmeye yatkın oldukları söylenebilir: “Sana ne be kardeşim, can benim canım değil mi, ölürüm de kalırım da” anlayışı halen başkalarıyla birlikte yaşamaktan kaynaklanan saygı, hoşgörü ve sorumluluk duygusunun vatandaşlarda yerleşmediğini, dolayısıyla demokrasi kültürünün ilkelerini benimsemediğimizi ve bu kültürü içselleştiremediğimizi göstermektedir. Salgının tahribatının kişinin yalnız kendisiyle sınırlı olmadığı toplumda halen anlaşılmış değildir. Televizyon kanallarından, sosyal medyadan ve camilerden verilen mesajlar halkın bir bölümünde gerekli duyarlılığı oluşturamamıştır. Oysa kültürel kodlardaki “dayanışmacı-kolektif anlayışı” ile demokrasinin farklılıklara saygı anlayışını ifade eden “başkalarına saygısızlık etmemek” düsturu arasındaki ilişkisellik kurulabilse, ben ve öteki’nin birlikte yaşamasını kabullenme düzeyi daha çok ön plana çıkar. Aslında kişilerin bu davranışları kasıtlı olarak yaptıkları da söylenemez, bir kısmı salgının vahametinin henüz farkında değil, bir kısmı umursamaz, bir kısmı rehavete kapılmış olabilir. Bu durum kişinin bir çeşit psikolojik manada kendini ifade etme biçimi olarak yorumlanabilir. Salgının yarattığı ilişki ve iletişim biçimi paradoksal olarak işin başka bir boyutunu daha ortaya koymaktadır. Bu da, bir taraftan uzunca bir süre evde kalmanın yaratığı yalnızlık ve hoşnutsuzluk, öte taraftan başka insanlarla bir arada olma isteği duyma halidir. Aslında bu duygu ve düşünceler bir bakıma iyi bir şeydir. Çünkü kişinin yaşadığı yalnızlık ve başkalarıyla bir arada olma isteğini de anlamak gerekmektedir. İnsanları uzunca bir süre diğer insanlardan izole tutamazsınız. Dolayısıyla kısıtlılıkların tedrici olarak kaldırılması bir çeşit rahatlama sağladığı için insanların eski normallerine dönmeleri kaçınılmazdır. Bu durum gösteriyor ki “insanın insana olan ihtiyacı” hiç son bulmuyor. Buna rağmen, yine de insanlara sürekli birlikte yaşamanın getirdiği sorumluluk duygusunu hatırlatmak ve çağrıda bulunmak gerekmektedir.
Bu metinden anlaşılacağı üzere, Türkiye’de Bilim Kurulu ve Toplum Bilimleri Kurulu’nun aldığı politika kararlarını makro düzey olarak yorumlayabiliriz. Makro bakışın yanı sıra; çalışma yaşamı, sosyallik ve kültürel doku, psikolojik durum ve iletişim olarak vurguladığım mezo ve mikro alanların ilişkisel bir özellik gösterdiğini ve birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Toplumsal yaşam, yapı-makro, kurumlar-mezo ve ilişkiler-mikro düzeydeki oluşumlar, akışlar ve kaymalarla anlam bulmaktadır. Bu nedenle, genel olarak kültürümüzde, inancımızda, ahlakımızda, özümüzde mevcut olan dayanışmacı/kolektif ilişkiler ile demokrasinin özünü oluşturan özgürlük ve eşitlik kavramlarının getirdiği hak ve sorumluluklar anlayışına yabancı olmadığımızı, bunlar arasında köprü kurmanın birlikte yaşamımız için elzem teşkil ettiğini belirtmek istiyorum.
Sağlıcakla kalın.