Toplumsal cinsiyet (Gender) ve ayrımcılık tartışmaları 1960’larda başlar. Hemen tüm tartışmalarda da toplumsal ve biyolojik cinsiyet kavramları birbirine karıştırılır. Biyolojik cinsiyet, erkek ve kadının tüm tarih dönemlerinde yerine getirdikleri rolleri kapsarken, toplumsal cinsiyet, tarihsel dönemlere göre değişiklikler gösterir. Cinslerin farklı biyolojik özelliklerine bağlanamayan bir iş bölümü temelinde, farklı işler yapmasına toplumsal cinsiyet denir. Örneklemek gerekirse, çocuk doğurmak biyolojik cinsiyetle ilişkili iken, ev işleri yapmak toplumsal cinsiyete dayalı bir roldür.
Cinsiyete dayalı ayrımcılık ise kadınların biyolojik cinsiyetini ileri sürüp üstlenebilecekleri görevlerin, işlerin, mesleklerin sınırlandırılması, daraltılması, engellenmesi, hatta yasaklanmasıdır.
Toplumumuzda geleneksel yaklaşım, kırsal kesim için kadının dışarıda çalışmasını onaylamamaktadır. Ya da kadının, ebelik, hemşirelik, terzilik, sekreterlik ve öğretmenlik gibi meslekleri yapabilmesini uygun görmektedir. Kentsel yaşamda ise kadının birçok iş kolunda çalışması onaylanmakta ancak, o işin üst düzey yöneticilik pozisyonlarına atanması sınırlanmakta veya engellenmektedir.
Halen toplumsal cinsiyet gerçekliği, kadının toplumda ikincil konuma düşürülmesi ile atbaşı gitmektedir. Yani kadının biyolojik yapısı, onun tali görevlerde bulunmasının temel gerekçesi olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Üstelik tüm çalışan kadınlarda olduğu gibi kadın akademisyenlerde de rol çatışması söz konusudur. Yani aynı anda iki veya daha fazla role sahip olan kadının rollerinden birini hakkıyla gerçekleştirmesi durumunda öbür rol veya rollerine uymada güçlükler yaşaması durumu vardır.
Ayrıca kadın akademisyenleri bekleyen bir başka güçlük, aşırı rol yükü (role overload)’dür. Kadın akademisyen uzun mesailer yapmak, nöbetler tutmak, tatil günlerinde çalışmak, bilimsel toplantılara katılmak için seyahatler yapmak, eve iş getirmek…zorundadır. Yüksek bilinç düzeyi nedeniyle çocuklarının yalnızca biyolojik gereksinmeleriyle ilgilenmez, onların psikolojik ve sosyal gelişimlerinin tamamlanması konusunda da çok yüksek düzeyde sorumluluk ve yük alır.
Tüm bunlara rağmen Türkiye’de kadın akademisyen sayısı Avrupa’nın pek çok ülkesinden ve Amerika’dan yüksektir. Örneğin; Türkiye’de kadın mühendis akademisyen oranı yüzde 28 iken, bu oran, Norveç hariç hemen tüm Avrupa ülkelerinde yüzde 10’un altındadır. Amerika’da ise kadın mühendis akademisyen oranı yüzde 9,6’dır.
Türkiye’de 2008’de kadın akademisyen oranı yüzde 37’dir. 2010’da bu rakamın yüzde 40’lara ulaştığı tahmin edilmektedir.
Her türlü olumsuzluğa rağmen ulaşılan bu tablo hem Türkiye için hem de kadınlar için gurur vericidir.
(Kaynak:Özlem Özdanlı, Eğitim ve Bilim, 2007, cilt 32, sayı 144)