Yabancı kökenli bazı kelimelerde olduğu gibi (örneğin; “posta”), “asistan” ve “kürsü” gibi terimler de Türk üniversitelerinde yerleşik anlamlar kazanmış ve Türkçeleşmiş olmasına rağmen, eskiyi düzelterek koruma yerine baştan aşağı değiştirme huyumuzdan olsa gerek, 1982 tarihli YÖK yasası ile birlikte asistan “araştırma görevlisi”, kürsü de “anabilim dalı” haline getirilmiştir. Bununla ne değişmiş oldu: Sadece “zarf” değişmiş, “mazruf” aynı. Umarım yarın da biri çıkıp bunları değiştirme becerisini göstermez!
Geçmişten günümüze YÖK denince bir sürü olumsuzluklar ve acılar akla geliyor. Çünkü “Her şeyi ben bilirim” iddiasında olan bazı yöneticiler YÖK sözcüğü ile olumsuzluğu da eş anlamlı hale getirmiştir. Fakat başkanlar değiştikçe çok olumlu gelişmeler de olabilmektedir. Tabii “olumlu” ya da “olumsuz” sıfatlı kararlar kişilere göre de değişmektedir. Zira YÖK kanunu çıktığından beri bir gelenek oluşturulamamış ve üniversitelere şu veya bu kadro ile giren insanlar neyin ne zaman biteceğini bilememiştir. Örneğin; 2547 sayılı Kanun’un 23/a maddesi aynen şöyle demektedir: “Yardımcı doçentler bir üniversitede her seferinde ikişer veya üçer yıllık süreler için en çok 12 yıla kadar atanabilirler. Her atama süresi sonunda görev kendiliğinden sona erer.” Fakat şu ya da bu nedenle çoğu üniversitede bu madde işletilememiş ya da işletilmemiştir ve neredeyse bu kadrodan emekli olacak öğretim elemanları vardır. Şimdi de gündemde YÖK’ün 27 Şubat 2009 tarihli Yürütme Kurulu kararı var; 2547 sayılı Kanun’un 41. maddesi işletilerek ihtiyacı olan tıp fakültelerine, fazlalığı olan tıp fakültelerinden öğretim üyesi görevlendirilecektir. Bana göre bu karar, eğer doğru dürüst uygulanacak olursa, özellikle gelişmekte olan tıp fakülteleri için, KOBİ’lere verileceği belirtilen “can suyu” kredisi gibi “can suyu” kadrosu olacaktır. Bir yanda neredeyse hasta sayısından fazla öğretim elemanı olan tıp fakülteleri varken diğer yanda “bir müdür bir mühür” benzetmesinde olduğu gibi yok denecek kadar az öğretim elemanıyla görev yapmaya çalışan devlete ait tıp fakülteleri dururken bu karara karşı çıkanların mantığını anlamak pek de mümkün değildir.
Aslında, üniversiteler arasında planlama ve koordinasyon görevi yüklenen YÖK, 20 Haziran 1973 tarihli 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun 4. maddesine göre 2547 sayılı bugünkü Yükseköğretim Kanunu’ndan önce kurulmuştur. Nitekim o tarihlerde doçent olanlara kadro tahsisini YÖK yapmış ve ancak periferdeki üniversitelere gitmeleri halinde kadro verilmiştir. Bu uygulama ile o tarihlerde yeni kurulmuş olan Atatürk, Diyarbakır, Adana gibi üniversitelere büyük üniversitelerde doçent olup da kadro bekleyen öğretim elemanları adeta zorla gönderilmiştir. Daha sonra 4. madde, bir üniversitenin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş ve yerine de yenisi konamadığı için o uygulama da orada bitmiştir. Fakat o kısacık dönemde bile gelişmiş üniversitelerden bu yeni kurulan üniversitelere gelen öğretim üyelerinin bazıları oralarda kalarak çok başarılı hizmetler vermişlerdir.
Benim esas olarak vurgulamak istediğim husus ise üniversitelerdeki öğretim elemanı kadrolarının bugünkinden de gevşek hale getirilmesidir. Hiçbir gelişmiş ülkede bazı kadrolar hariç öğretim elemanlarının kadroları “Katolik nikahı” gibi ölünceye kadar sabit bir iş sağlamaz. Her Üniversiteye lisansüstü eğitim için giren bir kişi illa orada kalacak diye evrensel bir kaide de yoktur. Tıp fakültelerinde TUS ile gelen asistanların görevleri uzmanlıklarını almalarıyla birlikte kendiliğinden son bulur. Bunlar içerisinden yetenekli ve istekli olanlardan şartları uyanlara o kurumun da kadro durumu uygunsa tıp fakültelerinde kalmaları sağlanır. Diğer fakültelerde de durumun aynı düzeye getirilmesi gerekir. Hiç kimseye uzmanlık ya da doktora öğrenciliğine girerken “Sen fakültede kalacaksın.” teminatı verilemez ve verilmemelidir. Eğer hocalar ya da üniversite yönetimlerince “Lisansüstü eğitiminiz bittikten sonra da sizi kadroda tutacağız” diye bir söz verilirse, bu kişi ya da kurumlar hem yetkilerini aşmış olurlar hem de akademik kritere uygun davranmamış olurlar.
Sonuç olarak, yükseköğretimde yapılacak doğru dürüst bir planlama ile yetişmiş insan gücünü ekonomik olarak kullanmak mümkündür. Her üniversite için büyük paralar harcanarak yapılan binalar herhalde doyum noktasına gelmiştir. Artık devletin buralardan üretim ve iş istemesi gerekmektedir.
Üniversitelerimizdeki düzey kaybını önlemenin çözüm yolları ise evrenseldir. Yani aklın yolu birdir ve gelişmiş ülkelerde bunun başarılı örnekleri uzun yıllardır kullanılmaktadır.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.