Romen Diyojen’in güpegündüz elinde fenerle dolaştığını görenler, ne aradığını sorar. O da, adam aradığını söyler. Seksen üç milyonluk Türkiye’de maalesef adam kıtlığı yaşanıyor. Eskiden “kahtı rical” denirdi. Yani iyi yetişmiş insan kıtlığı. Ülkemiz pınarın başında ama susuzluk çekiyor. Yirmi beş milyon eğitim çağında insanımız var. Birçok ülkenin nüfusundan fazla. Ama biz bunları iyi eğitip de dünya lideri olamıyoruz.
Öğrencilerime hep şunu sordum: “Almanya ve Japonya savaştan çıktıktan sonra hemen toparlanıp en kısa sürede dünya liderleri arasında yerini aldığı halde koca bir imparatorluk mirasçısı Türkiye niye dünyanın ilk on ülkesi arasında olamadı?” Almanya bizimle beraber Birinci Dünya Savaşı’nda yenildi. Yetmedi bir de ikinci savaşta yenildi. Japonya atom bombaları ile yıkıldı. Fakat ikisi de hemen toparlanıp kendilerine yakışan yeri aldılar. Çok şükür Türkiye batakta değil. Ama olması gereken yerde de değil. Neden? Çünkü Almanya ve Japonya savaşlarda yetişmiş insan gücünü ve iddialarını, davalarını kaybetmedi. Biz Birinci Dünya Savaşı’nda yenildik. İstiklal savaşımızı kazandık. Ama bu savaşlar ve sonrasında yetişmiş insan gücümüzü ve itici gücümüzü, kızıl elmamızı, davamızı kaybettik. Hala da bulduğumuz söylenemez.
Çanakkale Savaşı şüphesiz tarihimizin en önemli zaferlerinden. Fakat bize çok pahalıya mal olan bir zafer. Bu savaşta 250 bin şehit verdik. Bu şehitlerin diğer savaşlarda şehit düşenlerden farkı, büyük bir kısmının üniversite mezunu veya öğrencisi olmasıydı. Daha sonraki yıllarda ülkenin lokomotifi olacak insan gücümüzü Çanakkale’de şehit verdik. Tabiri caizse, birinci savaşın bakiyyetü’s-süyuf (kılıç artıkları), yani savaştan geri kalanları ile Kurtuluş Savaşı’nı verdik ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. TC’nin ilk sayımındaki nüfusu 13 milyondu. Yani bugün eğitim çağındaki genç nüfusumuzun yaklaşık yarısı. İtici gücümüz kızıl elmamızı da burada terk edince rotası, hedefi belirsiz, lokomotifi olmayan bir toplum haline geldik. O zamandan günümüze kadar potansiyelimizi hep heder ederek geldik. Yetişmiş insan gücümüzü bir türlü yeterli hale getiremedik. İşin kötüsü, Türkiye’nin düşmanları bizim bu yumuşak karnımızı gördü ve bildi. Fırsat buldukça da deşti. Fakat biz halen farkında değiliz.
Cumhuriyetin ilk yıllarında toplam nüfus yetersizdi. Peş peşe savaşlarda şehit verildiği için genç nüfus daha da yetersizdi. Daha sonra nüfus artışının teşviki ile zamanla genç insanımız artmıştı. Eğitimde dişe dokunur ilk hamle ise köy enstitüleri olmuştu. Fakat birilerinin gözüne batmış olmalı ki bu hamle baltalandı. Öğretmen yetiştirmek için ilk öğretmen okulları, eğitim enstitüleri ve yüksek öğretmen okulları yapılanması da bugün olandan daha kaliteli öğretmen yetiştirdi. İlk öğretmen okullarından şimdi sınıf öğretmeni denilen ilkokul öğretmeni, eğitim enstitülerinde ise ortaokul öğretmeni yetişiyordu.
Yüksek öğretmen okulları ise yıldız bir kurumdu. Kendi bünyesinde pedagojik formasyon kazandırdığı öğrencilerine, üniversitelerin Matematik, Fizik, Kimya, Edebiyat, Tarih, Coğrafya bölümlerinden lisans diploması aldırıyordu. Bu okullardan mezun olanlar da lise öğretmeni olarak atanıyordu. Yüksek öğretmen okulları, not durumu en iyi olan öğretmen okulu öğrencilerinin arasından sınav ile öğrenci alıyordu. Bu yapılanma Türkiye’nin eğitim kadrosunu çok güçlendirdi. Başarılı olan bu sistem geliştirilip teşvik edileceği yerde önce dejenere edildi. Yatılı olan okullar burslu hale getirildi. Hızlandırılmış öğretmen yetiştirme programları ile bir baltaya sap olamayan kim varsa öğretmen yapıldı. Demirel’in ifadesi ile “45 günde kabak yetişmezken öğretmen yetiştirildi”. Ne kadar acı ki, bazı insanlar bu kısa eğitimi bile almadan öğretmen diplomasına sahip oldu. Okullardaki ideolojik yönetici ve öğrenci yapılanması, cezaevinde olup okula devam edemeyenleri bile diploma sahibi yaptı. Ülke adına bu yanlışı ilk olarak Ecevit yaptı. Rövanşı almak endişesi ile Demirel‘in Milliyetçi Cephe Hükümeti de tekrarladı. Sonunda köy enstitüsü mezunu bir milli eğitim bakanı, sırf ideolojik endişelerle öğretmen yetiştiren bu okulları kapattı. İşin garibi, zaman zaman köy enstitülerinin yasını tutanlar olmakla beraber yüksek öğretmen, ilk öğretmen okulları ve eğitim enstitülerine niye kıydınız diyen olmadı! Bu kurumlarda yetişen binlerce eğitimci ve akademisyen (bunlardan birisi de benim) olmasına rağmen kimse, benim okuluma ne oldu, niye oldu diye sormadı. Fatihlerin yetişmesi için önce Ak Şemseddinlerin, Molla Güranilerin yetişmesi gerektiğini hep göz ardı ettik. Sonunda geldiğimiz nokta belli.
Adı milli eğitim olan yapılanmada ne milli olabildik, ne de eğitimi sağlayabildik. Lider olabilecek birçok insanımızı heder ede ede bugüne geldik. Aslında eğitim değil öğütüm olan bir sistemle nesilleri harcadık. Özellikle 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 tarihleri ile anılan süreçler gençlik katliam dönemleri oldu. Bazı kışkırtıcı ajanlar, gençleri birbirlerine hain gösterip düşman haline getirdiler. Binlercesi öldü, sakat kaldı veya eğitimi baltalandı. İti ite kırdırdık diyebilen adiler çıktı. Aynı silahla, sağdan da soldan da insanın katledildiği saptandı. “Darbeyi yapmak için biraz daha olgunlaşmasını bekledik” dediler. Biz de gerçek hainleri ancak o zaman anladık.
28 Şubat sürecinde sadece bir nesli harcamadılar, gözde eğitim kurumlarını da işe yaramaz hale getirdiler. İmam hatip liselerini etkisiz kılacağız görüntüsü ile anadolu ve meslek liseleri de işe yaramaz hale getirildi. Şimdi bazıları “28 Şubatta başörtüsünü yasakladılar da ne oldu? Şimdi başörtülü subayımız bile var!” diyerek işi çok basite indirgiyor. Bu süreçte bir ruh kaybedildi. Zaten kör topal giden eğitim tam rotayı düzeltecekken kötürüm edildi. Belki süreç bin yıl sürmedi. Ama etkileri halen sürüyor. FETÖ’cü ekip Amerikan projesi olarak ülkenin kalburüstü gençlerini toplarken, sağın büyük bir kesimi bu duruma yardım ve teşvik etti. Hiçbir katkım olmadı diyenler de seyretti. Devletin eli ile ne istedilerse verildi. Hain kalkışma sonrasında bir neslin süzme tabakası da lağım çukuruna atıldı. Yine biz kaybettik ama Türkiye düşmanları kazandı.
Anılan dönemlerde harcanmamış olanları da nasıl ve ne kadar yetiştirebildik? Huzursuz ortamda verilen eğitim ne kadar yararlı oldu? Sonunda standart veya standardın altında çok sayıda eli diplomalı birçok insan yetiştirdik. Bunların içinde yıldız olabileceklerin de önünü açmak yerine standart ölçülere çektik. Böylece kalitesizlikte eşitliği sağladık. Zaten yaptığımız her işte olduğu gibi, eğitimde de hiç kalite ve verimlilik kontrolü olmadı.
Nesillerimize yıllarca “Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam küçüklerimi korumak büyüklerimi saymaktır…” diye söylettik. Ama yetiştirdiklerimiz ne kadar Türk, ne kadar doğru veya dürüst, ne kadar çalışkan, büyüğünü sayan, küçüğünü seven insanlar oldu diye dönüp bakmadık. Bazı kelimeleri tekerleme veya slogan tadında söyletmeyi yeterli bulduk. Ürün kontrolü yapmadık. Sonunda çalışmayı sevmeyen, anadan doğma yorgun, işe başlamadan emeklilik hesabı yapan, yabancı dil bir tarafa ana dilini, tarihini, kültürünü bile bilmeyen, egoist, idealist düşünce ve görgü kurallarından uzak milyonlarca diplomalı yetiştirdik.
Ecdada, Osmanlı’ya sövmekle yüceldiğimizi sandık. Ama Osmanlı’nın hiç beğenmediğimiz, en kötü zamanında yetiştirdiği Kurtuluş ve Kuruluş Dönemine damgasını vuran liderlerine denk insanları, aydınlık cumhuriyetimizde niye yetiştiremedik?
Yıllardır Türkiye’nin meselesi Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan veya cumhurbaşkanı olması değildir. Meselemiz Recep Tayyip Erdoğan’ın yedeğinin, denginin, alternatifinin olmamasıdır. Bu da, Türkiye’nin yaşadığı iyi yetişmiş adam kıtlığının en net göstergesidir. Recep Tayyip Erdoğan mevcut sistemin eseri değildir. Sistemin imalat hatasıdır. Eğer eseri olsaydı, her partide sekiz on tane Recep Tayyip Erdoğan dengi siyasetçi olması gerekirdi. Olmadığını hepimiz görüyoruz, yaşıyoruz. Maalesef yirmi yıla yaklaşan Ak Parti iktidarları da, Recep Tayyip Erdoğan’ın yerini dolduracak adamlar yetiştirmeyi beceremedi. En başarısız oldukları alan eğitimdir. Eğer sağlık alanındaki başarı gibi eğitimde de başarılı olsalardı ülkemiz bambaşka bir Türkiye olurdu. Ne kadar acı ki, ne iktidarı ne de muhalefeti bunun farkında değil! Türkiye’mde kahtı rical devam edecek görünüyor. Yirmi beş milyon eğitim çağında insana inat. Bu, pınarın başında susuzluktan kıvranmak değil mi?
4 yorum
Elinize sağlık hocam
Teşekkür ederim.
Ömer Hocam,
Objektif bir bakış açısıyla ne güzel ifade etmişsiniz, kaleminize sağlık.
Müsadenizle bir hususu ifade etmem gerektiğini düşünüyorum.
Kaht-ı rical’in önemli nedenlerinden biri, toplumumuzun her kademesinde kanayan “ideolojik bakış açısı” ve “liyakatten önce sadakat arama” yarasıdır. Bir çoğumuzun tanık olduğu üzere, her hangi bir pozisyona yerleştirilecek kişi belirlenirken, öncelikle “bize yakın mı?” ya da “dediğimizi yapar mı?” soruları gündeme geliyor. Sadece iktidar sahipleri ile sınırlı kalmayıp iktidara talip her siyasi organizasyonda değişmeyen bu durum, neredeyse tüm toplumu saran bir hastalık gibi, bürokrasiden, üniversitelere, kamu kurumlarına hatta milli eğitime kadar her sahada karşımıza çıkıyor. Dünyaya aynı zaviyeden bakan çalışma arkadaşlarıyla bir arada olma arzusu daha masum ve anlaşılır belki. Ancak ortak akıl oluşturmak gibi bir yol dururken sadece söylenenleri yapanlardan kurulmuş bir takım oluşturma gayreti akıllara ziyan.Bizi kanatlandıracak olan, bu hastalıktan kurtulmak ve liyakati ön plana alarak oluşturulmuş takımlarla çalışmaktır. Varsın bizden biraz farklı düşünsün, görünsün, davransın… Yeterki fikir üretsin, inovatif düşünebilsin, tartışabilsin, yeniliklerin yolunu açabilsin, gelişmeye açık olsun… Aksi takdirde son derece akıcı bir üslupla, syak-ı sibak üzre kaleme almış olduğunuz bu yazıyı, on yıllar sonra da yayımlansa, aynı hissiyatla okur ve size hak veririz.
Allah razı olsun. İfade ettiklerinize tamamen katılıyorum. Kıt olan sayıyı daha yetersiz hale getiriyoruz. Çingen çingenden köy kısnaırmış derler. Ayni o hesap babamızın malı gibi devletin imkanlarını sen-ben-bizim oğlan çerçevesinde kullanmak istiyoruz. Ben vatanseverin tarifini görevini en iyi yapandır diye ifade ediyorum.