Ülkemiz insanında yaygın olarak yerleşmiş bazı düşünce ve tavırlar tıkanıklığa ve sıkıntıya sebep oluyor. Yani lokomotif olması gerekenler takoz oluyor. Bu takozlardan bazılarını ele almaya çalıştım.
A) Aliço zihniyeti
Kel Aliço, 1845-1922 yılları arasında yaşamış bir yağlı güreş ustası. Plevne’ye bağlı bir köyde doğmuş. Edirne’de ölmüş. Boşnak asıllı meşhur Türk güreşçisi. Yağlı güreşin efsanesi. Sultan Abdülaziz’in huzurunda güreşmiş. Sultan Abdülaziz’in ölümüne kadar sarayda kalmış. Aralıksız 27 yıl Kırkpınar başpevlivanı olmuş. Yani bugünkü uygulamaya göre, üst üste 9 defa altın kemer almaya hak kazanmış. 1885’de Koca Yusuf ile 6 saat süren ve beraberlikle sonuçlanan güreş ile başpehlivanlığı Koca Yusuf’a bırakmış. Çoğu sporcunun spor hayatı 27 yılı bulmaz. Onun için bu olayın analiz edilmesi önemlidir. İşin uzmanları, her şeyden önce çok güçlü olduğunda ve yağlı güreşi çok iyi bildiğinde birleşiyor. Ancak güç ve beceri aralıksız 27 yıl Kırkpınar başpevlivanlığını almaya yeter mi? Başka bir özelliği var mı, diye araştırınca gaddarlığı dikkat çekiyor. Diğer lakabı da Gaddar Ali. Çok acımasız birisi. Kendinden sonra yetişip gelen gençleri takibe alır, kendine ileride rakip olacakları devre dışı bırakırmış. Genç yetenekleri oyun gösterme veya eğitim verme bahanesi ile ezer veya sakatlarmış. Böylece uzun süre kendisine rakip çıkmasına izin vermezmiş, derler.
Günümüz Türkiye’sinde üniversitede, siyasette ve bürokraside Kel Aliço kadar işini iyi yapan yok. Ama gaddarlıkta Aliço’yu aratmayacak çok sayıda akademisyen, siyasetçi ve bürokrat mevcut. Hatta geneli böyle. Aliço’dan farkları ise birçoğu çapsız. Çapsızlıklarını örtmek için etraflarındaki yetenekli gençleri harcamak için büyük gayret sarf ediyorlar. Mesailerinin önemli bir kısmını bu işe ayırıyorlar. Gençleri damgalayıp devre dışı bırakarak rakipsiz olmak için her şeyi mübah, yaptıklarını da vatanseverlik sayıyorlar.
Bence akademisyenin en önemli görevi araştırma yapmanın ve bilim üretmenin yanında, kendini aşan bilim insanları yetiştirmektir. Aman Allah’ım, aşılmak mı dediniz? Bizim akademisyenimizin en önemli korkusu. Peki sen aşılmazsan tekamül, yani gelişme nasıl olacak hoca? Zaten kendisinin bilime bir katkısı yok. Katkı vereni de engellemesi lazım. Yoksa kendi çapsızlığı ortaya çıkar. Aziz Sancar çapında birisi olmak için yola çıkan gencimiz maalesef çok az. Çoğu yayın olsun dosya dolsun; kolay yoldan bir unvan alayım derdinde. En çapsız doçent veya profesörü örnek alıyor. Onlar olabildiğine göre demek ki ben de olabilirim diye düşünüyor. Onlar dosyalarını nasıl şişirmişler ona bakıyor. Daha büyük düşünenler de büyük oranda harcanıyor, engelleniyor ya da şevki kırılıyor. En azından hedef küçültmek zorunda bırakılıyor.
Yetişip gelen genci takibe alan hocası bir eksiğini, yanlışını veya zaafını illaki buluyor. Bulamasa da dert değil. Zamana göre geçerli olan damgalar var. Birisi ile damgala. Eksiğini giderip yanlışını düzelterek bilim dünyasına kazandırmak varken beni aşar korkusu ile harca gitsin.
Bizim gençlik yıllarımızda en yaygın damgalamalar komünist, faşist, gerici, irticacı, şeriatçı gibi suçlamalar ile yapılırdı. Ölçüsü yok, tartısı yok. Çamur at; tutmasa da izi kalır. Günümüzde daha az olsa da devam ediyor. Rektör seçimleri esnasında bekar olan bir aday hakkında hanımı çarşaflı diye kara propaganda yapıldı.
Bir bayan akademisyenin atama dosyası üniversite yönetim kurulunda görüşülüyor. Amerika’da, alanında iyi bir eğitim yapmış. Doktorasını orada tamamlamış. Dolayısı ile yabancı dil problemi de yok. Yayınlar da iyi. Tam akademisyen olacak insan. Fakat güvenlik soruşturma raporuna sıra geldiğinde iş değişiyor. Rapora göre babası THKPC’li. Tescilli. Legal, illegal yapılanmaların içinde yer almış. Mahkeme belgeleri ile sabit. Ama adayın kendisinin herhangi bir bağlantısına rastlanmamış. Raporda bu şekilde belirtiliyor. Yönetim Kurulunda hemen ve büyük bir ekseriyetle aman uzak olsun deniliyor. Babasının suçunun cezasını çocuğuna yükleyemezsiniz demek yetmiyor. Babasını bu insan seçmedi ki! Aman hocam, THKPC’lileri aldılar diye bizi tefe koyarlar, sosyal medyada perişan ederler deniliyor. Ya hak hukuk? Bu insan bir değerdir, istifade etmek, topluma kazandırmak iyi olur düşüncesi bizim akademik akılda(!) kabul görmüyor. Memleketimizde zaten kıt olan yetişmiş insan potansiyelini böylece çok ucuza harcıyoruz.
Doğum yeri Diyarbakır, Hakkari veya başka bir güneydoğu vilayeti ise kesinlikle Kürt’tür, PKK’lıdır, bölücüdür. Hiçbir şey değilse “Kürtten evliya, sokma avluya” denir. Nerede kaldı kardeşlik? Biraz dindarsa kesin irticacı, Atatürk düşmanıdır. İzin alıp memleketine giden bir meslektaşımız, 10 Kasım anmalarına katılmadığı için önemine binaen Cumhurbaşkanlığına şikayet edildi. Böyle diyor şikayetçi. Çok önemli olan bu konuda Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği olayın incelenmesini üç koldan yürüttü. Bu makamdakiler de bir hekimin kırk türlü mazereti olabilir demedi. Tam bu aşamada şahsın bir görevlendirme için güvenlik soruşturması yapılıyordu. Bir yerden yanlış bir bilgi iletilirse diye günlerce sıkıntı çekti. Eğer resmi izin belgesi olmasa yandı gülüm keten helva.
Önceden komünist veya kafatasçı damgaları ile epeyce kelle alındı. Şimdilerde moda FETÖ’cü yaftalaması. Damgala, harca. FETÖ’cülerin çok sayıda okulundan mezun olanlar, oralarda çalışanlar, çocuğunu bu okullara gönderenler topyekün lağım çukurlarına gömüldü. Acaba yığınlar içinde masum olanlar var mı, bu insanlar ülkenin yetişmiş insan gücünün önemli bir parçası, en azından bir kısmı kazanılabilir mi, her türlü suçlular için rehabilitasyon programı yapılan dünyamızda bunlara da bir formül bulunur mu, demeden… Ama çekirdekten FETÖ’cü yapılanmada köşe taşı olarak yetiştirilmiş olanlara, devletin imkanlarını örgüt üniversitesine peşkeş çekenlere önemli bir şey olmadı. Neymiş, etkin pişmanlıktan yararlanmışlar! Ne pişmanlık görülüyor ne de bir değişim. FETÖ lafını telaffuz bile etmiyorlar.
Bir genetik profesörü FETÖ’cü diye ihraç ediliyor. Hemşehrim. Asistanlığından tanıdığım birisi. Doktorasını yurtdışında yapmış, değerli bir araştırmacı. Nurcu gruptan, ama FETÖ’cü değil. Başka bir fraksiyondan. İhraç aşamasında en az benim kadar şahsı tanıyan rektörü aradım. Sayın rektör sen bu şahsı tanımıyor musun, dedim. En az senin kadar cevabını aldım. O zaman FETÖ’cü olmadığını biliyorsun. Evet ama çocuğunu FETÖ’cülerin okuluna göndermiş. Milli Eğitim Bakanlığı denetimindeki bir okula çocuk göndermek ne zaman suç oldu? Sorunun cevabı; ama başkalarını da teşvik etmiş. Bu gerekçelerle ihraç, savcılıktan aklanma, komisyondan göreve iade kararı çıkıyor. Fakat kurumuna dönemez. Neden? Suçsuzluğunu senin belirlediğin mercilerde ispatlamış insanı ne diye mağdur ediyorsun? Uygulamaya göre, YÖK tarafından 2006 yılından sonra kurulmuş bir üniversitede görevlendiriliyor. Fakat bu defa o üniversite yönetimi göreve başlatmıyor. Neden? Bölümdeki bir çapsız istemiyor diye. Çapsızlar yanlarında, arkalarında kendinden daha kapasitesiz olanlardan gocunmaz. Hiç karşı çıkmaz. Belki performans ödemesine ortak olacak diye karşı çıkar. Değilse koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler hesabı, hiç rahatsız olmaz. Ama kendisini sollayacak birisi birimine yaklaşırsa onu bertaraf etmek için canla başla çalışır. Mağdur, YÖK’ün tekid yazısından sonra göreve başladı. İnsanları devletten soğutmaya, şevklerini kırmaya kimin ne hakkı var? Bu zihniyetin hakim olduğu üniversitede bilim üretilir mi? Zaten bilimsel yeterliliğe sahip akademisyen sayısı az. O az olan da böyle engelleniyor. Sözün özü, şeytan kovalamaktan ibadet etmeye sıra gelmiyor. Her zaman önümüze kılları sayılacak bir posteki atıyorlar. Biz de mal bulmuş deli gibi bu göreve(!) sahip çıkıyoruz.
Akademisyen olduğum için, en iyi üniversiteyi biliyorum ve oradan örnekler verdim. Ancak aynı yöntemlerin siyaset ve bürokraside de kullanıldığından emin olabilirsiniz. Öğretim üyesi yeni bir ameliyat tekniği uygulayacaksa, mecbur kalmadıkça kendi asistanını ameliyata almıyor. Rotasyon asistanı ile ameliyata giriyor. Ya da eğitim için yanına bir uzman gönderelim dediğinde de kabul etmiyor. Sanki öğretim üyesi değil, öğretmemenin üyesi. Bazısı da, ben yurtdışında kaç ay eğitim aldım, şu kadar para harcadım, bilmem ne kadar süre evimden uzak kaldım diyor. Yani ona göre öğrenmek isteyen aynı yollardan geçmeye mecbur. Bütün bahaneler kendisinin belli bir alanda tek tabanca olması için. Parmakla gösterilen adam olmak ve öyle kalmak, egosunu tatmin etmek. Eğer yapılan etkinlik maddi kazanç sağlıyorsa daha çok kazanmak. Neyse ki, uzmanlık dernekleri eğitimleri yaygınlaştırıyor. Video yayınları da büyük kolaylık sağlıyor. Böylece tekel kırılıyor.
Siyasette benim yetiştirdiğim gençler bu işi bizden daha iyi yapıyor diyebilen var mı? Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş ölmeden önce birilerine el verdiler mi? Ne halde öldüler? Bülent Ecevit’in, İsmet İnönü’ye rağmen CHP’ye genel başkan olduğu yılları hatırlayanlar, Karaoğlan efsanesini bilenler bu dönem ile siyasetteki son yıllarını karşılaştırsın. İbretlik bir tablodur. Bilmeyenler de internetten aldığı bilgilerle karşılaştırabilir. Bir zamanların efsane Karaoğlan’ı idrarını tutamaz, kolunu kaldıramaz vaziyetteyken siyasette tutulmaya çalışıldı. Bence etrafındakiler o insana en büyük kötülüğü yaptı. Televizyon programında uyuklayan lider, en büyük cezayı “Efendim yoruldunuz, alanı gençlere bırakıp eli öpülen olsanız” diyenlere kesti. İnternetteki bazı videolar Erbakan Hoca’nın Erdoğan’ı ne kadar yerdiğini gösteriyor. Bazıları da bu sözlerle Hocanın takiye yaptığını, bir taktik gereği Erdoğan’ın önünü açıp zirveye taşıdığını iddia ediyor. Hangisi işine gelirse onu kullan. Yüz binlerce seveni olduğuna inandığım bu şahsiyetleri tahkir etmek gibi bir düşüncem yok. Ancak bu karizmatik liderlerimizin kimlerin önünü kestiğini incelemek bir tez konusu olabilir.
Bürokrasinin hacıyatmaz gibi hiçbir zaman sırtı yere gelmeyen bürokratları vardır. Bunlar daima yönetimin belli yerlerinde bulunur. Üst düzey görevlendirmelerde, joker gibi nedense hep bunların adı akla gelir. Başhekim, dekan, genel müdür, YÖK Yürütme Kurulu üyeliği, rektörlük, milletvekilli gibi görevlendirmelerde hep bu isimler akla gelir. Çünkü başkalarının ne haddine bu makamlara oturmak. Sanki Allah, yönetim için onları özel yaratmıştır. Başkasının ne haddine. Bürokraside liyakat esasına göre yükselmek mümkün olmayınca başka alanlarda bayrak gösterme yarışı başlar. İktidar partisi veya iktidar adayı partilerde milletvekili seçimlerinde seçilecek sayının 20- 30 misli aday adayı başvurur. Mesela 15 milletvekili seçilecek bir ilde 400 aday adayı olur. Benim düşünceme göre, bunların en az 300-350’si seçilecek bir sırada yer alamayacağını bilir. Peki amacı nedir? Aday adaylarının çoğunun amacı bayrak göstermektir. İleride iktidar olacak parti adına kendini tescil ettirmek. İktidara il müdürü, genel müdür, başhekim vs. gibi yöneticiler lazım olduğunda hatırlanmak veya hatırlatmak için. Liyakatla varılamayan yerlere siyasi olarak ulaşmak adına. Yönetici olduğu zaman da hak ederek gelmediği için hak ederek yükselmeye çalışanlara düşman kesilir. O alanın horozu, pardon, Aliço’su artık odur.