Türkofobi, Türk korkusu ve nefreti demektir. Türk’ü korkunun ve nefretin objesi yapan sosyal ve siyasal sürecin temelinde Haçlılardan kalma İslamofobi yani İslam korkusu ve nefreti vardır. Diğer bir nedeni ise, 300 yıl Müslüman olma sürecini, yarı gönüllü yarı gönülsüz sancılı bir şekilde yaşayan Türk’ün kendisini, 1060 yılından itibaren “İlay-ı Kelimetullah” (Allah’ın söz ve hükmünün yüceltilmesi)’a adayan ‘fedai’ gibi göstermiş olmasıdır. Tuğrul Bey, Kaim bi Emrillah’ın kızı Seyyide Fatıma el- Betül ile evlenmiş, Halife de onu, ‘Dinin Direği’ ve ‘Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı’ unvanları ile taltif ederek Sultan ilan etmişti. Tuğrul Bey şahsında Selçuklu Devleti Hilafet’in bekası ve Bağdat’ta sözüm ona ‘İslam Devleti’ni temsil eden halifenin dini işlerini yürütmek için adeta adanmış bir tarihsel sorumluluk altına girdi. Öyle ki Tuğrul Bey bu uğurda sadece kardeşi İbrahim Yınal’ı ortadan kaldırmakla kalmadı, yine bu İlay-ı Kelimetullah için Şii Büveyhiler’e de son verdi.
Artık bundan sonra Türkler, bütün zihin ve beden enerjilerini, ‘İslam’a (ama Sünni-siyasal) hizmet etmek’ için harcarken, canla, kanla kurdukları devletleri ‘din ü devlet’ yolunda koruyup kollamak için bütün dünyayı karşısına almış oldular.
1095-1291 arasında neredeyse 200 yıl süren Haçlı seferlerini ön saflarda savaşarak püskürten, bu uğurda can vermeyi adeta bir ayrıcalık gibi görecek kadar ‘dava’ya adanmış Türkler, bu kez de 13. Yüzyılda başlayan ve ancak 14. Yüzyılda büyük bir yıkım, kan ve gözyaşı ile biten Moğol istilasında Anadolu’da acılardan acı, ölümlerden ölüm beğenmişlerdir. Sonra Osmanlı Devleti yine aynı ‘dava’yı sürdürmeyi devlet politikası haline getirmiş; imparatorluk içinde bin bir ırk, bin bir mezhep, bin bir kültür mensubu Türk soylulara göre şımartılacak ayrıcalıklarla yaşarken, aynı unsurların sınır dışındaki devletleri Osmanlı’yı yıkmak için fırsat kollamışlar; Osmanlı parçalanırken bu şımarık etnik topluluklar, asıllarına dönüp özgür ve adil yaşamı borçlu oldukları Osmanlı’dan ‘intikam’larını almışlardır. Osmanlı’nın itip kaktığı Türk soylular, Fatih Sultan Mehmet’ten sonraki süreçte hem kurdukları devletin hem de içerideki etnik kumkumanın hedefi hailine gelmişlerdir.
Bir yandan Osmanlı saraylarına çöreklenirken diğer yandan, sırtlarından servetler edindikleri; namusunu, şerefini, özgürlüğünü ve zengin bir yaşamı borçlu oldukları devletin kurucu unsuru olan Türklere karşı “kafasız Türkler’, “akılsız Türkler” gibi mottoları, bugünün Türkiyelilerin kirli zihinlerine kadar kazımayı başarmışlardır. Ancak Türk’ün ulu başbuğu Mustafa Kemal Atatürk, yurdunda ve dünyada ortada kala kalmış olan Türk ahaliye yeniden hayat vererek, asıl “akılsız” ve “kafasız”ın Türkler değil, Türk düşmanları olduğunu kanla, bilimle, aydınlıkla tarihe yazmıştır.
Osmanlı çöküp parçalanmış; bileşenleri tek tek ayrılarak kendi ulus devletlerini kurmuştur. Buna karşılık doğal olarak varlığını ve yaşam hakkını savunan Türkler, Atatürk’ün önderliğinde eşi benzeri olmayan Millî Mücadele ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
Atatürk’ün tanımlamasıyla bu kurucu unsurun adı “Türk”tür; devleti ise, Türkiye Cumhuriyeti’dir. Halifelik, Şeriat yönetimi, aristokrasi, otokrasi ya da oligarşi değil, Cumhuriyet rejimidir, bu rejimin temeli demokrasidir. Demokrasinin ve Cumhuriyet rejiminin “ırkı” yoktur ama bu rejimi kurup herkese eşitlik, adalet ve güven içinde yaşama hakkı sağlayan kurucu unsur, Türk’tür: Türkiyeli değildir. Çünkü “Türkiyeli’ Osmanlı ile birlikte tarihe karışmıştır. Türkiyeli Osmanlıcılar ve Türkiyeli solcular anakronizmin dayanılmaz hafifliği ile tarihsel geçmişin bir dönemine mahpus olmayı sürdürmektedir. O yüzden Siyam İkizi gibi birbirinden ayrılmazlar.
Ne ki, Cumhuriyet rejiminin sağladığı adalet, hakkaniyet, eşitlik ve özgürlük gibi en temel ahlaksal ve hukuksal değerler altında yaşamaya ‘tarihsel eziklik’leri izin vermeyen klanik yapılar, Osmanlı’daki saray kimliksizliğinin miras bıraktığı Türkofobi’yi, Türkiyelilik formu ile üreterek yeniden karşımıza çıkarmışlardır. Türkofobi’nin tarihsel olarak arka planında İslamofobi vardır; İslam dünyasını koruma görevini Haçlılar ve sonraki saldırganlara karşı layığı ile yapan Türkler, dünün Batısı bugünün Avrupası gözünde İslamofobi’nin en azılı müsebbipleri olmuştur. Batılıların İslamofobisi, esasen Türk korkusu ve nefretini İslam korkusu ve nefreti olarak kavramlaştırmasından ibarettir. Avrupa, özellikle tüm varlığını İslam savunuculuğuna adamış olan Türkleri İslamofobi kavramlaştırmasıyla hedef tahtasına oturturken, Osmanlı’daki “kafasız, akılsız Türkler” nitelemesine zemin hazırlamış oldular. Buradan da Türk’ü, Türkiye’nin onlarca etnik mozaiğinden biri sayarak ve gittikçe önemsizleştirip nihai noktada yok edilmesini hedefleyen ‘Türkiyelilik’ e kadar gelinmiştir.
Toparlayıp varmak istediğim asıl noktaya gelelim.
Şimdi Selçuklulardan Osmanlılara ve nihayet Cumhuriyetimize kadar uzanan tarihsel süreçte sırasıyla 1. İslamofobi 2. Al-Atrak bi İdrak (Kafasız Türkler) 3. Türkiyelilik’in ortak hedefi Türkofobi’dir; Türk düşmanlığı ve Türk nefretidir. Bunun altında kuşkusuz, Türk’ün asırlardır kurup egemen olduğu devletlerde zıvanadan çıkanlar da dahil en silik etnik gruplara adalet ve liyakatle muamele etmiş olmasından mütevellit eziklik, özgüvensizlik ve öç vardır. Asırlardır içlerine işlemiş bu eziklikten mütevellit öç alma duygusu, Cumhuriyet’i daha ilk kurulduğu yıllarda boğmaya çalışan dinci ve etnikçi ayaklanmalarla ete kemiğe bürünmüş, Modern Haçlıların İslamofobisi olarak görünmüştür.
Bu kavramların efendileri Oryantalistler, Türk ulusuna ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik ırkçı ve dinci faşizmi bugün Türkiyelilik olarak yeniden piyasaya sürmektedir. Batı’nın kimliksiz, kişiliksiz ve onursuz emir eri olmayı, Cumhuriyetimizin onurlu, kimlikli ve kişilikli yurttaşı olmaya tercih etmeyi çağdaşlık, özgürlük, demokrasi, halkların kardeşliği yalanlarını tekrarlamak sanan bu çevreler, Ortadoğu’nun en azılı katillerinin içine karıştığı milyonlarca sığınmacının ülkemize boca edilmesine doğrudan destek vermektedirler. “Eşeğe kanat taksan ahıra uçar” sözü, Cumhuriyet eşitliğini sindiremeyenlerin demografik kargaşayı ve anarşiyi Türkiyelilik kılıfıyla pazarlaması anlamına gelmektedir.
Çünkü “Türk”, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ve egemen unsuru demektir; çağdaşlık, aydınlık, ilkelilik, bağımsızlık, onur ve haysiyet demektir. İçeride ve dışarıda barışı tesis ve ibka (baki kılmak) etmek demektir. Sınırlarımızı namus bilmektir. Eşitlik ve adaleti ayakta tutmak, liyakati esas almaktır. Şeyhe, şıha, seyyite, tarikata, cemaate, Alevisine, Sünnisine, dinlisine dinsizine devleti ortak etmemek demektir. Laik, sosyal bir hukuk devletinin mensubu ve müdafi demektir. Biyolojik ve kültürel ırkçılıklara karşı durup herkesin hukuk önünde eşit kılınması demektir.
Dahasını ekleyebiliriz.
Son zamanlarda bazı edebiyat etkinlikleri, dergileri ve kitaplarında yabancı katılımcıların hangi milletten oldukları açıkça yazılır söylenirken ülkemizden katılanlar için “Türkiyeli” denilerek yalnız edebi ve dilsel yordamsızlık değil, tarihsel ve antropolojik bir onursuzluk örneği ortaya konulmaktadır. Ya kendi aşağılık duygusundan ya da Türk olmanın ne anlama geldiğini havsalası almadığından olacak, Fransız’a Fransız, Alman’a Alman, İtalyan’a İtalyan diyenler kendi ülkesinde Türk’e Türk dememek için Türkiyeli gibi nitelemeyi tercih ediyorlar. Ancak bu sadece bir kelime oyunundan ibaret değildir. Yazıyı baştan tekrar okuyun. Tarihsel köklerini kısaca analiz ettim, o çerçevede düşünün.
YKY’nın aylık dergisi Cogito (adı bile yabancı)’nun 2018’de yayımlanan 92. Sayısı “Türkiyeli Kadın Felsefeciler” başlığını taşıyor. Başlık başlı başına yanlış ve saptırıcı bir algı üretiyor. İlk bakışta ‘Türkiyeli felsefe yapan kadınları”n kendilerine özgü felsefelerini ortaya koyduklarını sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Her bir makalenin yazarının cinsiyet itibarı ile kadın olmasından başka hiçbir özelliği yok. Bir makale ya da kitabı yazan kişinin kadın ya da erkek olmasının anlamı, yazan kişinin bu cinsiyetlerden ilkine mensup olmasından ibaret. Yazarlar hep kadınlardan oluşuyor. Peki ya makaleleri hangi konuda, diyorsunuz. Acaba Türk kadınını mı anlatıyor diye soruyorsunuz. Hayır, Antik Çağ’dan Modern Çağ’a uzanan Batılı felsefeciler ve Batı’da tartışılan çeşitli felsefe problemleriyle karşılaşıyorsunuz. Her birini ayrı ayrı eleştirmek bu yazının sınırlarını aşar ama Platon, Aristoteles, Edmund Burke, Kant gibi filozoflar felsefe tarihinden imbikle süzülmüş kes-yapıştır tekrarından başka bir şey değil. “Türkiye’de kadın felsefeci olmak”, cinsiyetçi, etnikçi ve protest bir dille yazıldığından, kadın ile felsefe arasındaki ilintinin Türkiye koşulları bağlamından nasıl kurulacağı gibi kritik nokta yine Türkiyelilik yaftasının yarattığı zihinsel körlükle gölgelenmiş görünüyor.
Zaten derginin başlığı, içeriğinin ne Türkiye ne de Türk kadını ile uzaktan yakından ilgili olmadığını; tam tersine, Türkiyelilik saplantısında akademik ve bilimsel nesnelliğin boğulduğunu gösteriyor. Makale yazarlarının kadın olmasından başka, Türkçe yayımlanmasına rağmen Türk kadını örneğine rastlanmıyor. Eminim ki sayı Fransa’da kadın felsefeciler olsaydı başlık şöyle olurdu: “Fransız Kadın Felsefeciler”. Ama Türkiye’de “Türk Kadın Felsefeciler” diyemeyen, demeyen bu İslamofobi, Türkofobi takıntılı zihniyet, Türkiyeli nitelemesiyle Türk kimliğini yadsımakla kalmıyor, ona karşı bir duruş sergilediği mesajını da veriyor.
Atatürk’süz, Cumhuriyet’siz ve Türk’süz solcu zihniyet, kimliksizlik ve kişiliksizliklerini Türkofobi üzerinden meşrulaştırma kurnazlığını sürdürüyor. Cemaat ve tarikatlar, dinci yobazlık ve şeriatçı ilkellik bu yığınla aynı yerde buluşuyor. “Hepimiz Türkiyeliyiz”. İlki, Türkofobi’yi, ikincisi İslamofobiyi kullanarak Türkiyelilikte buluşuyor. Bu kesimler ülkemizi her açıdan yağmayan yabancı sığınmacıları, “halkların kardeşliği” masalı ile kitlelere benimsetmeye çalışırken, ikincisi Ensar-Muhacir efsanesiyle din üzerinden sevimli göstermeye odaklanmış durumda. Türkiyelilik ikisi içinde anlaştıkları ortak kavram. Unutmayınız ki biraz daha mesafe aldıklarında Türkiyelilik de az gelecek, hatta sakıncalı olacak. Neden? Çünkü ilk dört harf Türk’ü ifade ediyor. Ama onlar vaktini bekliyor. Anadolu Halkları veya Anadolu İslam Devleti, iki kesimin Türkiyelilik’ten sonraki Türkofobisi’nin sonucu olacaktır.
Türkiyeli yoktur, Türk vardır. Sığınmacı istilasını iki elden meşrulaştırmak için cinsiyetçi felsefeye bile sığınmaktan çekinmeyen çevreler, Türk Milleti’nin sadece asker değil Atatürk gibi filozoflar yetiştirdiğini, yetiştirmekte olduğunu akıllarından çıkarmamalıdır.
Türkiyeli kadın yoktur, Türk kadını vardır. Cumhuriyet’i kuran ve yaşatan, Türkiyeli kadınların değil Türk kadınlarının kimliği ve kişiliğidir.
Neden “Türk kadın filozofları” olamadınız, “Türkiyeli kadın felsefeciler” olmakla avunuyorsunuz?
Türk olmak yerine Türkiyeli olmayı tercih etmekle “kadın filozof “luğa terfi edebildiniz mi? Yoksa Türkiyeli kadın felsefeci olmak yetişir mi?
Fransız kadın filozof, Alma Kadın filozof, Japon kadın filozof demek, sizi ancak “Türkiyeli kadın felsefeci” yapmaya yetiyor, görüyorsunuz.
“Türk kadın filozof” olmak için, başka milletlerin filozof kadınlarına öykünmek için önce bu tarihsel yaftanın ezikliğini yenmeniz gerekiyor.
Türkiyeliler’in siz hiç, bağımsızlık, Cumhuriyet, Türklük, milli birlik ve Türk kültüründen söz ettiğini duydunuz mu?
Duyamazsınız, İslam dünyasını Haçlı sürülerinden, Moğol istilasından ve Anadolu’yu emperyalistlerden canı, kanı pahasına korumak, himayesindeki her etnik ve dinsel kesimlere Yunusça hoşgörüyü evrensel felsefe edinen ama buna rağmen türlü katliam ve soy kırımlara uğramaktan başka kusuru olmayan Türk’ün Cumhuriyet’i, Türkiyelilerin değil, Türk milletinin kurduğu Cumhuriyet’tir.
Edebiyatçı, akademisyen, felsefeci ya da din vaizi, kim olursa olsun, Türklüğü Türkçeyi kullanarak yok sayamaz. Türklük yoksa, vatan da yoktur. Vatansız ve kimliksiz felsefe de olmaz. Neden? Bakın “Türkiyeli” İslamcı ve solculara”… Aralarında yetiştirdikleri bir filozof veya fikir insanı var mı?
Ama Türk filozof ve fikir insanları var. Türkiyeli gözler onları göremez.