Türküler, türkülerimiz… Bedri Rahmi Eyüboğlu’na “Şairim, zifiri karanlıkta gelse şiirin hası, ayak seslerinden tanırım/ Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım” dedirten türkülerimiz. Burada şairimize katılmadığım bir noktayı hemen ifade edeyim. Türküler sadece köy türküleri değildir. O dönemlerde nüfusun büyük oranda köyde yaşıyor olmasından dolayı muhtemeldir ki bu ifadeyi kullanmıştır.
Türkü sözleri mi yoksa türkü hikayeleri mi daha önemlidir sorusuna verilecek cevap türkülere nereden baktığımızın önemli bir göstergesidir. Her ne kadar türküleri ifade etmek amacıyla “Türk Halk Müziği” ifadesi kullanılsa da halkımız buna pek rağbet etmemişe benziyor. Ben ne müzikoloğum ne de halk bilimciyim ancak nerede ve ne zaman bir türkü duysam hemen kulak kabartır, sözlerine ve hikayesine yönelirim. Türkünün sözleri adeta türkünün hikayesini özetler niteliktedir. Çoğu defa olayın olduğu mekân, zaman ve olayda bir şekilde yer/rol almış kişiler net olarak bilinmese de türkü sözlerinden hareketle dinleyenler hayalen olayı yaşayabilir ve hatta iştirak edebilir. Her ne kadar günümüzde türküler sadece bir eğlence aracıymışçasına hızla tüketilerek deforme ediliyor olsa da türkü dinlemek bir kültür gerektirir. Türküler edeple dinlenmeli, sözleri ve ritmindeki uyuma dikkat edilerek mümkünse türkü yaşanmalıdır. Çok bilinen bir örnektir ama bahsetmeden geçemeyeceğim: “Hey on beşli on beşli, Tokat yolları taşlı…”. Bu bir ağıttır aslında. Rumi 1315 (M. 1899) doğumlu erkeklerin askere alınmalarını konu alan bir ağıt. Yaşları askere alınmaya uygun olmamasına rağmen çıkarılan bir kanunla 18 yaşına girmiş olanlarla (rumi 1314 doğumlular) ile 1315 doğumlulardan bedenleri gelişmiş, iri kıyım olanların askere alınması söz konusu olmuştur. Tokat’lı 1315’li Halil’in hikayesidir bu türkü, ona yakılmış bir ağıttır. Ancak günümüzde bakıyorum sanki “oyun havası” niteliğine büründürülerek hoyratça harcanmakta, şehit ve gazilerimizin aziz hatıralarına hürmetsizlik edilmektedir. Keza “Yemen Türküsü” bir neslin uzak diyarlarda şehitliğinin bir destanını ifade eder. Mübarek beldeleri (Mekke ve Medine) de içine alan bir bölgede iç huzuru sağlamak, emperyal güçlerin kışkırtmasıyla ortaya çıkan yerel halktan bazılarının ayaklanmalarını bastırmak amacıyla oluşturulan kolordu seviyesindeki askeri birliğimizde görev alan askerlerimiz. Osmanlı’nın son yiğitleri, gidip de dön(e)meyenler, çok zor çöl şartlarında görevlerini yapmaya çalışan çöl aslanları için yazılmış ve halen okunan türkü. Bugün pek çok ailede Yemen’de kalmış atalarından bahsedilir, kuşaktan kuşağa aktarılan hikayeler sözlü anlatım olarak devam edegelmektedir.
Türkülerimizin kaynağı veya kaynak kişisi verilmeye çalışılmaktadır. Ancak bazı türküler vardır ki kesin olarak kaynak kişisi belli değildir. Anonim türkü olarak adlandırılır. Halk ozanı veya halk arasında “aşık” olarak adlandırılan kaynak kişiler oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Günümüzde olduğu gibi bu kişiler çok kazanan ve refah içinde yaşayan kimseler değildi. Zaten amaçları da bu değildi zannımca. Lüks ve şatafat, bohem bir hayat onlara göre değildi. Kimi ozanların Hak aşığı, halk aşığı ve yoldaşı olduğu eserlerinden kolaylıkla anlaşılmaktadır. Kimisi de yaşadığı dönemin yaşayan tarihçisi niteliğindedir. Tarihe bir not düşmek için ve bir ozanın hayatından bir kesiti sizinle paylaşmak istiyorum. Ürgüplü Refik Başaran olarak ta bilinen Rahmetli Refik Başaran 1942 yılı kışında Isparta’nın Şarkikaraağaç ilçesinin Afşar Nahiyesi Köke Köyüne gezgin sanatçı olarak gelir. Köyde Hacı Ahmetler’in odası olarak anılan köy odasında köy ahalisine o güzelim türkülerini icra eder. Köyde üç-dört gün misafir kalır. Bu süre zarfında köyden bazıları kendi evinde merhum Başaran’ı misafir eder. Yediğinden yedirir, hizmette kusur etmez. O dönemde köyde taş plaklar vardır ve sadece “Başaran” olarak anılan Refik Başaran’ın da plakları dinlenmektedir. Ama bu defa kendi sesini canlı dinlemek onlar için bulunmaz nimettir. Hele bir gezgin halk ozanı ile dost olabilmek, onunla aynı ortamı paylaşmak, aynı çorbaya kaşık sallamak ne büyük devlettir onlar için. Anlaşıldığı kadarıyla gittiği her köyde, ilçede iltifat edilmekte, onur konuğu gibi davranılmaktadır. Tüm bunlara rağmen köyde bulunduğu bu günlerde aşık memleketinden çıkalı epey zaman geçmiştir ve memleketinden, çocuklarından, ailesinden, dostlarından uzaktadır. Kısaca gurbette, gurbeti yaşamaktadır. Köy odasında o günlerde 3-4 yaşlarında Mustafa Ali adında oda sahiplerinin ortanca oğlu büyük amcası ile odaya gelir. Rahmetli Refik Başaran bu küçük sarışın, yeşil gözlü bakımlı çocuğu görünce kendi çocuklarını hatırlar, gözleri dolar, hayalen memleketine uzanır, derken ağlamaya başlar. Oda sahibi Hasan Efendi ( köydeki lakabıdır ve bu lakap, 1900 (1316 rumi) doğumlu köy çocuğu olmasına rağmen Isparta Eğridir’de aldığı rüştiye eğitiminden dolayı köy halkı tarafından verilmiştir) “Başaran, amma yaptın ha! Senin gibi bir ozana ağlamak yakışır mı? Biz seni kardeş biliyoruz, sen de bizi öyle bil ve sil gözündeki yaşları. Sen de yakın zamanda memleketine döner çocuklarına kavuşursun” diyerek onu teselli eder. Buradan anlaşılmalı ki bu halk ozanları gerçek ozanlar ve halkın içinde yaşamış, bildiklerini duyduklarını, halktan aldıklarını halka gerisin geriye vererek kültürel kaynaşmayı ve kalkınmayı sağlamışlardır. Halk ozanı olmak adeta o dönemlerde bir halk öğretmeni olmak demektir. Kültür mayalarını farklı mekanlarda tutması için kültürümüzün harmanlanmasına vesile olmuşlardır. Arı gibi her çiçekten bal alıp özümseyerek eserlerini ortaya koymuşlar ve bunları gezgin ozanlar olarak rüzgârın çiçekleri aşılaması, döllemesi gibi toplumun olgunlaşmasını, bilgilenmesini sağlamışlardır. Gazetelerin köylere girmediği, radyonun olmadığı veya yetersiz kaldığı dönemlerde gezgin ozanlar haber kaynağı olmuşlardır.
Türkülerimizi sözlerini özümseyerek, hikayelerini anımsayarak dinlememiz gerektiğini bir defa daha anımsayarak/anımsatarak bu dünyadan göçmüş, hakka yürürmüş olan ozanlara Allah’tan rahmet, yaşayan kültür değerleri ozanlarımıza uzun ömürler dilerim.