”İnsanların tutkuları karşısında mantıksal tartışmalar yapmanın yararı yoktur.”
İşte böyle diyor Freud, öncelikler ve sonraki hayatlara kalacak olan her şey için söylenebilen bir tespit, yüzyıllar önce aslında hiç tartışmanıza gerek yok tutkular pusulanız olduğunda bilinçli davranmanız mümkün değildir diyor. Biz bugüne indirgediğimizde bu çıkış ile iki şeyin çok yoğun yaşandığını görebiliriz:
Birincisi alabildiğine güvenli bir hayat sürmenin yolunun insanın sermayeyi çoğaltıp bunu biriktirmesi olduğu, yani artık değerle kazanılmış paranın güven özelliğinde görülüp, felaketler karşısında yararsız olduğu tutarsızlığının ortaya konması.
İkincisi ise alabildiğine tutku denilen kavramın ego denilen denge mekanizmasını zorlayarak insanı insanlığından alıkoyması.
Artık düşünmüyoruz, çevremizdeki her uyarıyı hissederek tutku haline getiriyor ve doğru buymuş gibi yaşıyoruz. Neden? Çünkü sosyal medya gösteriyor: Doğru olan bu!
“Her şey bir yana, insan faaliyetini tüm genişliğiyle değerlendirebilecek pek az sayıda insan vardır. Çoğu kişi, kendisini bu faaliyetin bir tek veya az sayıda alanıyla kısıtlamaya zorlamıştır. Ama insan, geçmiş ve şimdiki durum hakkında ne kadar az şey bilirse, gelecek hakkındaki yargısı da o derecede önemsiz olur.
Kişi belirli bir uygarlıkta uzunca bir süre yaşayıp sık sık bu uygarlığın kökenlerini ve nasıl bir yol izleyerek geliştiğini keşfetmeye çalıştığında, bazen karşı yöne de bir bakarak bu uygarlığın akıbetini ve hangi dönüşlere uğramaya mukadder olduğunu sorma gereksinimini duyar. Ama, böyle bir soruşturmanın değerinin daha başından birkaç unsur tarafından azaltıldığı çok geçmeden ortaya çıkar. Her şey bir yana, insan faaliyetini tüm genişliğiyle değerlendirebilecek pek az sayıda insan vardır. Çoğu kişi, kendisini bu faaliyetin bir tek veya az sayıda alanıyla kısıtlamaya zorlamıştır. Ama insan, geçmiş ve şimdiki durum hakkında ne kadar az şey bilirse, gelecek hakkındaki yargısı da o derecede önemsiz olur. Ayrıca bireyin öznel beklentilerinin tanı da bu türden bir yargıda ortaya çıkması bir başka güçlüktür. Bu beklentilerin de insanın kendi yaşantısındaki tümüyle kişisel unsurlara, yaşam karşısındaki, mizacının veya başarı ve başarısızlıklarının belirdiği tavrının az veya çok iyimser olmasına bağlı bulunduğu görülür. Son olarak, “insanların genellikle içinde bulundukları durumu naif bir biçimde, sanki içeriği hakkında bir değerlendirme yapma yeteneğinden yoksunmuşçasına algılandıkları” biçimindeki garip gerçek kendisini hissettirir. Şimdiki durumun, gelecek hakkında bir yargıda bulunmamıza yarayacak gözlem noktaları sağlayabilmesi için, insanların şimdiki durumla aralarına bir mesafe koymaları gerekir.
Bu nedenlerle uygarlığımızın olası geleceği üzerinde fikir yürütmenin çekiciliğine kapılan herkesin, yukarıda belirttiğim güçlükleri olduğu kadar, genel olarak her türden kehanetteki belirsizliği de göz önünde bulundurması iyi olur. Bundan şu sonuç çıkıyor: Beni ilgilendirdiği kadarıyla, bu çok büyük görevden aceleyle geri çekilmeli ve genel şemadaki yerini belirler belirlemez uzun süreden beri dikkatimi çekmiş olan küçük alanı saptamalıyım.
İnsan yaşamının kendisini hayvansal durumun üzerine çıkardığı ve vahşi yaratıkların yaşamından ayrılan tüm yönleri anlamında kullandığım insan uygarlığı -kültür ve uygarlık arasında bir ayrım yapmaktan nefret ediyorum-bildiğimiz gibi, gözlemciye iki cephesiyle kendini gösterir. İnsan uygarlığı, bir yanda insanın doğa güçlerini denetlemek ve insan ihtiyaçlarının doyumu amacıyla doğanın zenginliklerini özümlemek için edindiği tüm bilgi ve yetenekler toplamını, öte yanda insanların birbirleriyle ilişkilerinin ve özellikle mevcut zenginliğin dağıtımının düzenlemesi için gerekli tüm kuralları içerir. Uygarlığın bu iki yönü birbirinden bağımsız değildir; çünkü, birincisi, insanların karşılıklı ilişkileri mevcut refahın mümkün kıldığı içgüdüsel doyum miktarından derin bir biçimde etkilenir, ikincisi, tek bir insan bir diğeriyle ilişkisinde bu diğer kişi onun yeteneklerinden iş için yararlandığı veya onu bir cinsel nesne olarak seçtiği sürece kendisi bir zenginlik kaynağı işlevi görebilir, üçüncüsü ve dahası uygarlık insanların evrensel çıkarının bir nesnesi olması gerektiği halde her birey gerçekte bir uygarlık düşmanıdır. İnsanların tek başlarına varlıklarını sürdürebilme yeteneklerinin çok az olmasına karşın, komünal yaşamı mümkün kılmak için uygarlığın kendilerinden beklediği özverileri ağır bir yük olarak hissetmeleri dikkate değer. Dolayısıyla uygarlık bireye karşı korunmalıdır ve uygarlığın kuralları, kurumları ve buyrukları bu amaca yöneliktir. Bunlar yalnızca belirli bir refah dağıtımı uygulamasına değil, aynı zamanda bu dağıtımın sürdürülmesine de yöneliktirler; aslında doğanın denetim altına alınmasına ve refah üretimine katkıda bulunan her şeyi insanların düşmanca dürtülerine karşı korunmalıdırlar. İnsanların yarattığı şeyler kolaylıkla tahrip edilebilir, bunları kurmuş olan bilim ve teknoloji bu yaratıların imhası için de kullanılabilir.
Böylelikle kişi, uygarlığın baskı ve iktidar araçlarını elde etme yollarını bulmuş bir azınlık tarafından direnen bir çoğunluğa zorla kabul ettirilen bir şey olduğu izlenimini ediniyor. Bu güçlüklerin uygarlığın doğasında mevcut bulunmayıp şimdiye kadar geliştirilen kültürel biçimlerin kusurlarınca belirlendiğini düşünmek elbette doğaldır. Ve gerçekten de bu eksikliklere işaret etmek güç değildir. İnsanlık doğa üzerindeki denetimini devamlı olarak ilerletmişken ve daha da büyük ilerlemeler yapabilmeyi umabilirken, insan ilişkilerinin yönetiminde benzer bir ilerlemenin yapılmış olduğunu kesin bir biçimde saptamak mümkün değildir. Ve belki de tüm çağlar boyunca, tıpkı şimdi bir kez daha sorulduğu gibi, birçok insan kendi kendine uygarlığın bu yolla sağladığı ufak ilerlemelerin de gerçekten savunulmaya değer olup olmadığını sormuştur. İnsan ilişkilerinin, zoru ve içgüdülerin bastırılmasını reddederek uygarlığın neden olduğu mutsuzluk kaynaklarını ortadan kaldıracak olan ve böylelikle insanların herhangi bir iç uyumsuzluk kaygısı duymadan kendilerini zenginlik teminine, zenginlikten zevk almaya yönlendirecekleri yeni bir düzenlemenin mümkün olabileceği insanın aklına geliyor. Bu, altın çağ olacaktır ama böyle bir durumun gerçekleştirilebileceği kuşkuludur. Tersine her uygarlık, zor ve içgüdülerin reddi temeli üzerinde kurulması gerekiyormuş gibi görünüyor; hatta zora son verildiğinde, insanların çoğunluğunun, yeni zenginlik temini için gerekli işi yapmayı üstlenip üstlenmeyecekleri bile kuşkuludur. Sanıyorum ki tüm insanlarda yıkıcı, dolayısıyla toplum ve kültür karşıtı eğilimlerin bulunduğu ve insanların büyük bir bölümünde bu eğilimlerin insan toplumu içindeki davranışlarını belirleyecek derecede güçlü olduğu gerçeği hesaba katılmalıdır.
Bu psikolojik gerçeğin insan uygarlığı hakkındaki yargımız açısından belirleyici bir önemi vardır. İlk elde, işin özünün zenginlik temini amacıyla doğanın denetiminde yattığını ve uygarlığı tehdit eden tehlikelerin bu zenginliğin insanlar arasında uygun biçimde dağıtılmasıyla giderilebileceği düşünülse bile şimdi vurgulanması gereken noktanın maddi alandan zihinsel alana kaydığını görüyoruz. Tayin edici soru, insana zorla kabul ettirilen içgüdüsel özverilerin yükünün azaltılmasının, mutlaka kalması gereken özverilere insanın katlanmasının ve bunun karşılığında bir telafi sağlanmasının mümkün olup olmadığı ve bunun olasılık derecesidir. Kitlenin bir azınlık tarafından denetiminden vazgeçmek ne kadar olanaksızsa, uygarlığın işleyişinde zordan vazgeçmek de o kadar olanaksızdır. Çünkü kitleler tembel ve bilinçsizdirler; içgüdüsel feragatten hoşlanmazlar ve bunun kaçınılmazlığı konusunda tartışma yoluyla ikna edilemezler. Kitleleri oluşturan bireyler, disiplinsizliğin dinginsizce uygulanması konusunda birbirlerini desteklerler. Ancak bir örnek oluşturabilen ve kitlelerin önder olarak tanıdığı bireylerin etkileri aracılığıyla çalışmaya ve uygarlığın varlığının bağlı olduğu feragatlerde bulunmaya yöneltilebilirler. Eğer önderler yaşam gerekleri konusunda üstün iç görü sahibi ve kendi içgüdüsel arzularına hâkim olmada yükselmiş insanlarsa her şey yolundadır. Ama etkilerini yitirmemek için kitleye onun kendilerine gösterdiğinden daha fazla tolerans göstermeleri tehlikesi vardır ve dolayısıyla iktidar araçlarını kendi ellerinde tutarak kitleden bağımsız olmaları gerektiği düşünülebilir. Kısaca belirtmek gerekirse, uygarlığın kurallarına ancak belirli bir derecede zor uygulanmasıyla geçerlilik kazandırılabileceği gerçeğinden sorumlu olan iki yaygın insani özellik vardır. İnsanlar kendiliklerinden çalışmaktan hoşlanmazlar ve tutkuları karşısında mantıksal tartışmalar yapmak yararsızdır.
Bu iddialara karşı ileri sürülecek itirazları biliyorum. İnsan kitlelerinin burada tanımlanan ve uygarlık işinde zordan vazgeçilemeyeceğini kanıtlaması gereken özelliğinin yalnızca kültürel kurallarda mevcut ve insanı acılara sürükleyen, intikamcı ve erişilmesi zor kılan kusurların bir sonucu olduğu söylenecektir. Şefkatle yetiştirilen ve mantığa değer vermeleri öğretilen, uygarlığın yararlarını erken bir yaşta tadarak öğrenmiş olan yeni kuşakların uygarlığa karşı tutumu değişik olacaktır. Onu, kendilerine ait bir varlık olarak hissedecekler ve korunması için çalışma ve içgüdüsel doyum konularında uğruna gerekli özverileri yapmaya hazır olacaklardır. Zor olmaksızın işlerini yürütebilecekler ve önderlerinden pek az farklı olacaklardır. Eğer şimdiye kadar herhangi bir kültür bu nitelikte insan kitleleri yaratamadıysa bunun nedeni henüz hiçbir kültürün insanları, özellikle çocukluktan başlayarak, bu yönde etkileyecek kurallar tasarlayamamış olmasıdır.
Doğa üzerindeki denetimimizin şimdiki düzeyinde bu türden kültürel kurallar uygulanmasının bir dereceye kadar bile mümkün olup olmadığı akla gelebilir. Gelecek kuşakları eğitecek olan üstün, kararlı ve çıkarını gözetmeyen önderlerin nereden bulunabileceği sorulabilir ve bu isteklerin yerine gelmesi için kaçınılmaz olarak gerekecek aşırı zor kullanım miktarını düşünmek insanı dehşete düşürebilir. Tanrının görkemli ve insan uygarlığının geleceği için taşıdığı önem tartışılamaz. Bu tasarı insanın, nihai seyri erken çocukluk yaşantılarıyla belirlenen çok çeşitli içgüdüsel yatkınlıklarla donatılmış olduğu biçimindeki psikolojik buluş üzerine sağlamca oturtulmuştur. Ama aynı nedenle insanın eğitilme yeteneğinin kısıtlılığı da kültürümüzdeki bu türden bir dönüşümün etkinliğini sınırlar, insan kitlelerinin, insan ilişkilerinin yönlendirilmesini bu derece güçleştiren iki niteliğinin geçersiz kılınmasının farklı bir kültürel çevrede mümkün olup olmadığı, mümkünse bunun ne dereceye kadar gerçekleştirilebileceği sorulabilir. Bu deney henüz yapılmamıştır. Muhtemelen insanlığın belirli bir yüzdesi (patolojik bir yatkınlık veya bir içgüdüsel güç fazlalığı nedeniyle) daima toplum dışı kalacaktır; eğer yalnızca bugün uygarlığa karşı düşmanca tavır takınan çoğunluğu bir azınlığa indirgemek mümkün olabilseydi bile, büyük bir iş -belki de yapılabilecek olan her şey- başarılmış olacaktı.
Tutkusuzlar en asil duygunun insanıdır bunlar. Hayatlarında bir tek şeye tüm boş zamanlarını verme pahasına kendilerini kaptıramamışlardır. Çünkü onlar bir tek zevkin içinde kaybolup gidemeyecek kadar algıları açık insanlardır. Hepsinden biraz olsun diye diye deyim yerindeyse uzmanlaşacak kadar enerjiyi ve zamanı bulamamışlardır. Eğer hayatınıza bakıp “x benden sorulur” diyebileceğiniz bir şey göremiyorsanız ama yine de yaşadığınız ve kıyısından dahil olduğunuz her deneyimden ayrı ayrı zevk almış olduğunuzu düşünüyorsanız sakın durmayın, böyle iyidir. Siz, tabağınıza açık büfedeki her yiyecekten biraz almış görgüsüzlersiniz. Hepsinin tadını çıkarın.
Öte yandan tutkusuna gönül vermiş insanlar da candır, bir tanedir. Böyle birinin kendi tutkusuyla meşgul olurken etrafa yaydığı enerji bile heyecan vericidir.
Tutkulu ama bilgisiz, tutkusuz ama sevgi dolu isen ikisi de aynı yere çıkar: BOŞLUK!