Medimagazin’in tatilde olduğu dönemde beni derinden sarsan üç üzücü olayla karşılaşmak zorunda kalırken, bir de, beni ilgilendiren buruk bir “eşeği yeniden buldurma” sevinci yaşadım. Belki garip gelecek ama, insanoğlu aynı zaman dilimi içerisinde hem üzüntüyü hem de sevinci aynı anda yaşayabiliyor, ki bu galiba “insan” olmanın özelliklerinden biri olsa gerek.
Bu başlığı niye koyduğuma ve bu lafları niye ettiğime ilişkin duygularımı bu haftaki yazımda, sizlerle birer birer paylaşmak istiyorum.
İki fakültenin kuruluşunda birlikte görev aldığım dostum ve çok yakın arkadaşım olan iki bilim adamı Prof. Dr. Emre Cingi ve Prof. Dr. M. İpek Cingi, maalesef izahı pek de mümkün olmayan bir kaza ile Medimagazin’in bu tatil döneminde hayatlarını kaybetmişlerdir. Uğradıkları kazanın adı gerçekten “kaza” mı, yoksa “kader” mi onu bizim bilmemiz pek mümküm değil, ama ben kadere inananlardanım.
Bir fakültenin kuruluşunun ne demek olduğunu, böyle bir görev üstlenmemiş olanların anlaması oldukça zordur. Prof. Dr. Emre Cingi’nin önce Numune Hastanesinin bir kliniğini, daha sonra da Trahom Hastanesi olarak yapılmış bir binadaki KBB Kliniğini o zamanki adı ile “kürsü” ya da şimdiki adı ile “ana bilim dalı” hüviyetine getirmek için canla başla çalıştığına bire bir şahit olan insanlardan biriyim. Hele hele fakülte kurulu üyeliği yanında yönetim kurulu üyesi ve kürsü başkanı olarak henüz kurumsal bakımdan yerli yerine oturmamış olan Ankara Üniversitesi Diyarbakır Tıp Fakültesinde çektiği sıkıntılar sayfalara sığacak gibi değil.
Prof. Dr. Cingi, şubat 1980 tarihinde Diyarbakır Üniversitesi Tıp Fakültesinden ayrılıp yine kuruluş halindeki Anadolu Üniversitesi Tıp Fakültesine gelince, aynı sıkıntıları bu kez daha ağır olarak karı-koca birlikte çekmişlerdir. Bu üniversitenin ve tıp fakültesinin kurucu vesayetinden kurtularak kendi ayaklarının üzerinde durabilmesi için verilen mücadele ise ayrı bir roman olacak niteliktedir.
Her iki üniversitede de, hem akademik olarak hem de kamu sağlığı açısından verdiği mücadele normal insan mesaisinin çok üzerinde bir eforu gerektirmiştir. Fakat, çok çalışan ve çok üreten insanlar için Türkiye’de kaçınılmaz olan bazı iftira ve insafsızlıkların hedefi olmaktan Prof. Dr. Cingi de maalesef kurtulamamıştır. Kendisinin çalışma ve iş yapma yöntemi bazılarına ters gelmiş olabilir, fakat üreten ve iş yapan kişiliği yanında bitmez tükenmez enerjisi ve verici özelliği daima ön plana çıkmıştır. Vefa duygusu, deontolojik kurallara saygısı, iyi niyeti ve çocuksu tavırları ile tanıyanları, hastaları ve öğrencileri sanırım onu hiç unutmayacaktır.
En yakın dostum ve arkadaşlarım Prof. Dr. Emre Cingi ve Prof. Dr. M. İpek Cingi’ye Allah’tan rahmet diliyorum ve yıkılan bu iki çınarın emeklerinin boşa çıkmamasını umuyorum.
Kaybettiğimiz üçüncü çınar ise İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Merkezi (DETAM, daha sonra DETAE)’nin kuruluşunda ve gelişmesinde büyük emekleri olan Sevgili Kardeşim Prof. Dr. Tuncay Altuğ’dur. Ülkemizdeki yine çok çalışmasının bir şekilde ceza ile mükâfatlandırıldığı(!) kişilerden biri olan Prof. Dr. Altuğ’un emeklerinin şimdiki müdür Sayın Prof. Dr. Uğur Özbek tarafından da takdir edildiğini görmek vefa ve insanlık adına beni çok mutlu etmiştir. Sevgili Tuncay, sana da “Allah’ın rahmeti üzerine olsun.” demekten başka maalesef elimden birşey gelmiyor. Bu dünyada görevini yapmış olan insanların huzuru ile rahat uyu.
Yukarıda aktarmaya çalıştığım üç çınarın yıkılışının üzüntüsünden sonra, şimdi de buruk bir sevinç yaşadığım, başlıktaki “Ben” konusuna geleceğim. Aslında rektör seçilip de atanamamanın isyanı yanında, 10 yıldır çektiğim insafsızlığın, iftiraların ve vefasızlığın acılarını bir gazete duyurusu ile kamuoyuna haykırma gereğini duydum; Yargıtay ve Danıştay gibi üst mahkemelerden de oybirliği ile aklandıktan sonra durumumu açıklayan bir gazete ilanı verdim (Hürriyet, 27 Temmuz 2012, sayfa 10). Ertesi günü ise bu konuda duyarlılık gösterebilen ender gazetelerden biri olan Milliyet gazetesinin benimle yapılan röpörtajı yayımlandı (28 Temmuz 2012, sayfalar 1 ve 4). Bu gazete yetkililerine özellikle şükranlarımı sunmak istiyorum, zira 10 yıl önce beni haber yapan gazetelerin maalesef aklanmamı kendilerine bildirmeme rağmen kılları bile kıpırdamamıştır; basın ahlakı denen şey acaba bu mudur? Ben de, Türkiye’de çok çalışanların ceza ile mükâfatlandırıldığı(!) kişiler kervanına katılanlardanım. Yurt dışı imkânlarını tepip, birçok “ilkleri” gerçekleştirerek Türkiye’de hizmet etmenin gururunu yaşamak isterken geçirdiğim trafik kazasının müsebbiblerinin her iki dünyada da ettiklerinin karşılığını göreceklerine dair inancım tamdır. Çoğunuzun gerçekleri bütün çıplaklığı ile bildiği bu konuda, sizleri daha fazla sıkmak istemiyorum ve “eşeği yeniden bulmanın” buruk sevincini de sizlerle paylaşmadan edemedim.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.