Bugün, karşılaştığım üç gözlemimi ve bu suretle yaşama fırsatı bulduğum gururla karışık büyük sevinci sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bunlardan birincisi; geçtiğimiz 24 Kasım 2006 günü Afyonkarahisar’da yapılan “2. Ege Genetik Sempozyumu”. Öncelikle seçilen gün çok anlamlı bir gün olduğu için (Öğretmenler Günü) Düzenleme Kurulu’nu kutlamak istiyorum. Ayrıca beni de davet etme nezaketi gösterdikleri için teşekkür ediyorum. Ege Bölgesi tıp fakültelerinin olduğu kentte her sene düzenlenmesine karar verilen bu etkinliğin ilki geçen yıl fikir babalığı da kendilerine ait olan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu sempozyumun özelliği, konuşmacıların sadece Ege Bölgesi üniversitelerinden seçilmesi ve genç araştırıcılara daha fazla olanak tanınmasıdır. Bana göre çok yerinde bir ilke kararı.
Sempozyuma, bölgesel bir toplantı olmasına rağmen çoğunluğu genç olan 110 araştırıcı katılmıştır. İşin daha ilginç yanı sabah saat 9:00’da başlayan toplantı akşam 20:00’da bitmiş, fakat %85–90 katılımcı toplantının sonuna kadar yerlerini muhafaza etmişlerdir. Bu durum, genelde bilimsel kongrelerde pek de alışık olmadığımız, fakat olması gereken bir ilgidir. Keza bilimsel düzey olarak da fazlası olan bir bilimsel etkinlik olmuştur. Bu açılardan bakınca ulusal kongremizden hiç de aşağı kalmadığını rahatça söyleyebiliriz. Hele genç bilim adamlarının heyecanı görülmeye değer bir manzara oluşturmuştur. Herhalde Atatürk de onun için Cumhuriyet’i gençlere emanet etmiştir. Sözünü ettiğim gençlerden bir tanesi, bizim kırmızı mumla genetikçi yapmak için asistan aradığımız 1990 yılında, daha tıbbiyenin birinci sınıfındayken rahmetli hocamla çalışmaya başlayan ve bugün uluslararası projelerin yürütücüsü olan kadirbilir, pırıl pırıl zekalı, ayak oyunlarını öğrenmemiş, tam bir bilim adamı niteliğindeki genç bir doçent. Dinlemekten, konuşmaktan gurur duyduğum birisi. Bu genci bu düzeylere getirenleri kutluyorum ve bu gibi gençlerle gurur duyuyorum. Aslında sadece benim değil Türkiye’nin de bu gibilerle gerçekten gurur duyması gerektiğine inanıyorum.
Sizlerle paylaşmak istediğim ikinci olay ise, Hürriyet Gazetesi’nin İK ekinin 25’inci sayfasında 26 Kasım 2006 Pazar günü yayınlanan bir röportaj. Konuşan kişi İstanbul Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Mesut Parlak. Eğer söylenenler gerçekten samimi ve doğru ise; siyaset, ünvan, ideolojik konulardaki açıklamaları tam bir bilim adamı olduğunu gösteren işaretler. “Bir rektörün bu kadar yetkisi olmaz” şeklindeki sözü 850 trilyonluk bütçeyi idare etmek durumunda olan bir rektör ve 22 aylık yönetimi sırasında topu topu bir soruşturma açtığını belirten bir “kamil” yönetici. Sadece ekonomik yönden söylenmiş olsa da bu sözün Türkiye üniversitelerindeki temel sorunun rektörlere verilen sınırsız yetkilerin olduğunu gösterdiğine inanıyorum. Bu yetkileri sayın Prof. Dr. Mesut Parlak gibi çok iyiye kullanan adil ve hukukun üstünlüğüne inanmış rektörler olduğu gibi, tam tersine elindeki yetkiyi hasım gördüklerine kan kusturmak ve onları yalan, iftira ve komplolarla silmeye çalışanlar da vardır. Bulunduğu mevkiden başka özelliği olmayan bu tür insanların, üniversitelerin bilimsel özerkliğe kavuşabilmesi için kesinlikle önlerine geçilmesi gerekir. Aslında üniversitelerdeki sorunun çözümü, şu veya bu kuruma özenti değil, yetkilerin kurullara belirli oranlarda dağıtılmasıdır. Bu aşamadan sonra, rektörlerin seçimle değil atama yolu ile görevlendirilmeleri belki de daha yararlı olacaktır.
Üçüncü ve sonuncu olay ise “Yüksek Öğretmen Okulları”na ilişkin. Bugün için, 1978 yılında kapatılmış olan yüksek öğretmen okullarının mezunlarından ve adından başka bir kurumu bulunmamaktadır.
İstanbul’da yüksek öğretmen okulu mezunlarının kurduğu Dernek’in düzenlediği yemek 26 Kasım 2006 günü yapıldı. Katılanların büyük çoğunluğu akademik unvanlı ya da iş hayatında önemli konumlara gelmiş: Rektörler, dekanlar, holding sahipleri, ünlü sanatkarlar vs. Bu okulların mezunları ile gurur duymamak elde değil. Günümüzdeki sıkıntıların ana nedenlerinden birisi olan “öğretmen” yetiştirmedeki dağınıklığın ortadan kaldırılması gereği artık kendini iyice hissettirmektedir. Kuruluşu 16 Mart 1848 yılına uzanan “Dârülmuallimin-i Âli” aslında Fransa’daki “Ecole Normale Superieure”u kendisine örnek almış ve çeşitli aşamalarla 1959 yılına kadar gelmiştir. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu, 1930 ve 40’lı yıllarda sınavla öğrenci alan 1-2 kurumdan birisidir. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki öğrenci kaynağı değiştirilerek 1959 yılında yeni bir modelle Ankara Yüksek Öğretmen Okulu kurulmuş, 1964 yılında da İstanbul ve İzmir buna eklenerek sayı üçe çıkmıştır. Amacı liselere öğretmen yetiştirmek olan bu okulların mezunlarının çok büyük bir bölümü, fen fakülteleri ve edebiyat fakültelerinde öğretim üyesi olmuşlardır. Çünkü öğrencilerin fen ve edebiyat fakültelerinin dışındaki fakültelere gitmeleri yasaklanmıştı.
Ayrıntılara girmeden sayın Prof. Dr. İsa Eşme ve Prof. Dr. Timur Karaçay tarafından, “öğretmen yetiştirme” sorununa ilişkin 2002 yılında hazırlanan Rapor’daki önerilere bazı ayrıntılar hariç aynen ben de katılıyorum. Katılma fırsatı bulduğum 26 Kasım yemeğinde gördüklerim ve yaşadıklarım bir üçüncü gururumu oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, bu ülkeyi seven herkesin küçük hesapları ve dar ideolojik saplantıları bir kenara bırakarak özveri ile çalışması gerekmektedir. Bu uğurda gayret gösteren herkesle de bu ülkenin benim gibi gurur duyması gerektiğine inanıyorum.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.