Ülkemizde birçok sektör, kapitalizmin bazı “ellere” sağladığı olanaklar sonucunda çökme aşamasına gelmiştir. Bu sektörlerden en önemli olanları eğitim ve sağlıktır. Her iki alanda da hizmet üretmeye çalışan bir öğretim üyesi olarak, en önemli saydığım bu sektörlerle ilgili görüşlerimi değişik bazı noktalardan sunmaya çalışacağım.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yüce Atatürk’ün planları doğrultusunda kısa sürede kalkınmak için ülkenin her yerinde Halkevleri ve Millet Mektepleri kuruluyordu. Buralarda dil, edebiyat, tarih, güzel sanatlar ve spor çalışmaları yapılıyor; kütüphaneler, müze ve sergi alanları tüm ülkeye yayılıyordu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretim ve eğitim birliği sağlanıyor ve Türkiye’deki bütün bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanıyordu. Üniversite reformu yapılarak çağdaş üniversite anlayışı benimseniyordu. Böylelikle eskinin çağdışı, boş inançlara dayanan eğitim sistemi bilimsel, akılcı ve pratik bir eğitim sistemine dönüştürülüyordu. Bu yenilikleri istemeyen odaklar, hilafetin ve saltanatın kaldırılmasına da aynı telaş, kısır görüş ve bağnazlıkla karşı çıkmışlar, hanedanlığın ve otokrasinin devamını istemişlerdi. Yüce Atatürk’ün varsıl düşünce sistemini reddetmek ve süregelen durumun devamını istemek aslında tamamen çıkar hesapları ile ilintili idi. İlgili erk sahipleri, hak etmedikleri makamlarda emek sarf etmeden yaşamaya alışmışlardı. Bu türde insanlar yeniliğe, eğitime, bilime, sanata, aydınlanmaya karşı çıkarlar çünkü onlar cahillikle, bağnazlıkla, hurafeyle, aldatmayla ve şarlatanlıkla beslenirler. Yenilenme bu türde insanlar için tehlikelidir çünkü aydınlanma ile farkında oluş artacak, bilgisi artan bireyler değişime direnenleri eleyeceklerdir. Günümüzde de ülkemizin birçok önemli makamlarını hak etmeden işgal eden bilgisizler, yenilikleri asla istemezler. Hem bilgiden ve heyecandan yoksun oldukları için kendilerini yenileyemezler hem de alt edilme korkularından dolayı etraflarına aydınlanma fırsatını vermezler.
Öte yandan, yeni bilgileri edinebilme ve kullanabilme gücünde olan bazı insanlarımız ise genellikle salt kendi çıkarları için çalışmakta ve ne yazık ki bireysel başat olma ihtiraslarını ön planda tutarak, kurumsal duruma gelmeyi özellikle istememektedirler. Türkiye’de gittikçe belirginleşen kendi işini her yöntemi kullanarak bitirmeyi, “köşe dönmeyi” marifet sayan ilkesiz, dürüst olmayan, ahlak ve adalet kavramlarını hiçe sayabilen düşünce yapısı belki de hep birlikte, el ele kalkınmamızın önündeki en büyük engeldir. Ülkemizin ve halkımızın vahim durumda olduğunu çoğu insanımız inkar etmekte ve bu şekilde rahatlamaktadırlar. Halbuki nereye bakılsa hemen görülen aykırı yapılaşma, çukur ve çamur dolu yollar, ulaşım katliamı, sudan havaya ve çocuktan yaşlıya kadar çevre ve toplum kirliliği, kültürel çöküş, eğitim ve sağlık hizmetlerinin rezilliği, kaba kuvvetin geçerliliği var olan çarpıklıkların bazılarındandır.
Devletin çoğu ilköğretim okulları soğuk, badanasız, bakımsız ve kalabalıktır. Yaşamını sürdürebilmek için türlü uğraşlar içinde olan, örneğin mesleklerinin yanı sıra taksicilik yapan öğretmenler, esas görevlerini gerektiğince yerine getirememektedirler. Atatürk dönemine baktığımızda öğretmenlerin baş tacı olduklarını ve milli gelirden aldıkları payın bu günlere göre kıyaslanamayacak kadar yüksek olduğunu görürüz. Halbuki günümüzde, öğretmenlerimiz olması gereken konumlarından hızla uzaklaş(tırıl)mışlardır.
İlköğretim okullarımız böyle iken birçok üniversitemizin başka bir durumda olması beklenemez. Bugün en büyük şehrimiz olan İstanbul’un en köklü devlet üniversitelerinin bile birçok bölümlerinin bakımsız ve kalabalık olduğu ortadadır; içlerinde görev yapan öğretim elemanlarının belki de önemli bir bölümünün bilgisiz, yetersiz, aslında mutsuz ama her nasılsa yine de övüngen olabildikleri bilinmektedir. Bu üniversitelerin hastaneleri de aynı şekilde içlerine girilemeyecek derecede eski ve yıpranmış olabilmektedir; karanlık ve özen gösterilmeyen çoğu klinikleri ve polikliniklerinde insanlar mutsuz ve çaresiz bir şekilde şifa aramaktadırlar.
Bu kokuşmuşluk içinde bulunmak istemeyen ve maddi olanakları elverişli olan küçük bir azınlık, pahalı özel okullar/hastaneler, özel öğretmenler/doktorlara koşmaktadırlar. Bazı pahalı hastaneler ve okullarda gözler kamaşsa da, esasen buralarda da çoğunlukla göstermelik işler yapılmakta, bu mekanlarda da yine aynı zihniyet bulunmakta, halkımızın bilgilenmesi ve sağlıklı olması için herhangi köklü bir çözüm asla oluşmamaktadır. Tam aksine, özel hastaneler ve okullara sarf edilen büyük miktarlardaki paralar yine aslında devletin cebinden çıkmakta, sistemsiz ve plansız yapılan bu harcamalar sonucunda bir kısır döngü oluşmakta, beklenen sosyal adalet ve kalkınma hiçbir zaman sağlanamamaktadır. Bir tıp fakültesi öğretim üyesi olarak, sağlığın ve eğitimin hazin durumunu büyük bir huzursuzlukla izlemeye devam ederken, üniversitelerdeki eğitim ve eğitimle bağlantılı bazı konulara çoğu zaman toplum içinde söz edilmeyen yönlerden de bakmak istiyorum.
Biliyorum ki örneğin üniversitelerde eğitici pozisyonunda bulunan öğretim üyelerinin bazıları makamlarının kendilerine sunduğu ayrıcalığı değişime direnme yolu ile devam ettirmeye çabalamaktadırlar. Veya, yapılmış bilimsel çalışmaların içinde yer almamalarına rağmen o çalışmalar ile ilgili yazılan makalelere haksız yere isimlerini yazdırmaktan tutun sahte makaleler yazmaya kadar her yol mübah olabilmektedir. Çünkü onlar için esas önemli olan öğrenciye ve/veya hastaya bilimsel yaklaşım/hizmet etme ve her an yeni bilgilerle donanıp bu bilgileri kullanma, öğretme ve öğrenilme ortamının hazırlanması değil, çoğunlukla haksız şekillerde edindikleri konumlarını kaybetmeme düşüncesidir. Bilgili olmama, bilgili imiş gibi gösterme ve öğrenme/öğretme gayreti içinde olmama ile de bu işi rahatlıkla sürdürebilmektedirler.
Bu konuların bir uzantısı da doçentlik sınavlarında yaşanmaktadır. Bilgi seviyesi son derece düşük olanlar dahi, arkalarındaki “hoca”larının destekleri ile doçent olabilmektedirler. Öylesine acıdır ki, doçentlik jürisinde bulunup sınav yapan profesörler, kendilerine yandaş toplamak için bu bilgisiz kişilere kolaylıkla doçentlik unvanını verebilmektedirler. Veya tam tersi olarak, örneğin hiç yurt dışı yayını olmayan profesörler dahi doçentlik sınav jürilerinde bulunabilmekte ve çok nitelikli yayınları olan meslektaşlara sınav yapma cesaretini gösterebilmekte ve hatta onları başarısız sayabilmektedirler. Standardizasyonun bulunmadığı ve belirlenmiş kriterlerin olmadığı ülkemizde, bu tip trajedilerin yaşanması çok doğaldır. Bir zamanlar, Tıpta Uzmanlık Sınavı henüz yapılmıyorken, bazı bilgisiz hekimler uzmanlık sınavlarını nasıl büyük haksızlıklarla kazandılarsa, bugün de belirli standardizasyonları bulunmayan yüksek lisans, doktora, doçentlik ve profesörlük sınavlarında aynı haksızlıklar yaşanabilmektedir.
Eğitim ve sağlık sorunları çok boyutlu ve karmaşık bir yapı içindedir. Esasen ülkemizde devlet eliyle, eğitim ve sağlık hizmetleri verilmek istenmemektedir. Bu düşünce doğrultusunda, gerek eğitim gerekse sağlık hizmetlerini yürüten kamu sektörü çalışanlarının içinde bulundukları bilimsel, sosyal, etik vb. konular hiç önemsenmemekte ve takip edilmemektedir. Yakın bir gelecekte, eğitim ve sağlık işlerinin tamamen özel sektörlere devri söz konusu olabilir. Böyle bir durum karşısında, bugünkünden de cahil ve sağlıksız nesiller yetişeceği kesindir.