Biz tıp camiası efradı, sıkça yurtdışı seyahatler yaparız. Bunlar bazen turistik seyahatler de olsa çoğu zaman bilimsel toplantılar vesilesiyledir. Her yurtdışı seyahati insana bir şeyler öğretir. Özellikle de bilimsel kongreler bu anlamda oldukça semerelidir. Daha önce sadece adını duyduğunuz, belki de haritadaki yerini bile bilemediğiniz ülkelerden insanlarla karşılaşırsınız. Onların şahsında o ülke hakkında fikir sahibi olur, artık o ülkeyi hep o kişiyle hatırlarsız. Yani bu kadar önemlidir yurt dışında bir toplantıda arzı endam etmek. Orada siz Türkiye’sinizdir ve Türkiye sizdir. Ülken hakkında güzel intibalar bırakmakta, kötü bir imaj ile hatırlanmak da senin elindedir.
Benim bu yazıda sizlerle paylaşmak istediğim çok da uzun sayılmayacak bir süre olan son 10 yılda, benim gözlemleyebildiğim, ülkemizin yurt dışından algılanma biçiminin geçirdiği olağanüstü değişiklik. Daha öncelere gitmeye zaten hiç gerek yok. ‘70’lerin anarşi ile boğuşan, ‘80’lerin ihtilal sonrası dünyaya açılmaya çalışan ve ‘90’ların terör ve yolsuzluklarla boğuşan Türkiye’sinin görüntüsü değil yurt dışından, bizim gözümüzde bile pek iç açıcı değildi.
Son 10 yılın ilk yarısında yurt dışında bulunanlar bilir; Türkiye, özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerikalıların gözünde, parasında bol sıfır bulunan, denizi, güneşi ve kumu, insan gücü gibi çok ucuza satın alınabilen, yabancıları çok seven ve hürmet eden ama birbirlerini “yemeye” pek meraklı bir üçüncü dünya ülkesiydi. Pasaportunuz gittiğiniz ülkenin gümrüğünde enine-boyuna incelenir, hatta bazen sizi nazikçe bir odaya davet edip üstünüzü başınızı “detaylı” biçimde arar, “Bu ülkeye neden geldiniz?” diye sizi uzunca sorgularlardı. O yıllarda iyi hatırlıyorum, başka ülkeye girerken de ikinci sınıf insan muamelesi görürdünüz yurt dışından gelip kendi gümrüğünüzden girerken de.
O yıllarda en sık karşılaştığınız sorular, Türkiye’de Arap harfleri kullanılıp kullanılmadığı, kadınların çarşaf giyip giymediği, ‘Gece yarısı Ekspresi’ filminde olduğu gibi pala bıyıklı ağzından salyalar saçan adamların her yerde işkence yapıp yapmadığı, Doğu ve Güneydoğu’da belli bir etnik gruba neden kötü davranıldığı yönünde olurdu. Siz bu sorulara ne cevap verirseniz verin, kafalardaki imajı silemezdiniz.
Ama artık öyle mi ya? Son 10 yılın ilk yarısında yurt dışı seyahatleri yapıp bunları ikinci yarıda tekrar edenler fark etmiştir. Artık daha bir omuzları dik yürüyor, daha az “abuk” sorulara muhatap oluyor insan. Değil Batı Avrupa ve Kuzey Amerika, artık Nepal’dan, Mozambik’e, Ukrayna’dan Brezilya’ya kadar her ülkenin aydınları Türkiye’yi de Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği değişimi de çok iyi biliyor ve izliyor. Türkiye uluslararası sağlık alanında artık sadece organ ticareti merkezi ve nesli tükenmiş hastalıklar cenneti olarak değil, en ileri teknolojilere sahip sağlık kurumlarında, çok başarılı tıbbi tedavilerin yapıldığı bir yer olarak anılıyor. Bundandır yıllardır yurt dışında yaşayan ve gurur kaynağımız olan Türk hekimlerin birer birer yuvaya dönüşü.
Artık yabancı gümrükte pasaportunuzu uzatınca tanınan ve saygı duyulan bir ülkenin ferdi olduğunuzu hissediyor, kendi ülkenizin gümrüğünde de işinin ehli güler yüzlü polis memurları tarafından karşılanıyorsunuz. Artık yurt dışında çarşı pazarda ülkenizde olmayan bir şeyler bulmakta güçlük çektiğiniz gibi, tıp teknolojileri fuarlarında da bütün cihazlara sahip olduğunuzu görüyorsunuz.
Kısacası, Türkiye dünya ölçeğinde sınıf atlayıp üst sıraları zorlamakta. Acaba kendimize soruyor muyuz “Ülkem böylesine kabuk değiştirip statüsünü üst seviyelere çıkarırken ben ne yapıyorum?” diye. Yoksa siz hâlâ ulusal –hatta- yerel ölçekte hekimlik yapmaya devam eden, kendi yağında kavrulan, çalışmalarında “Kanda şu arttı, bu azaldı” türünde yayınlar yapıp dosya dolduran fakat yurt dışı toplantılara çıktığında bu çalışmaları 5 para etmediği için “Söz gümüşse sükut altındır” felsefesini benimseyen “kendine hoca” akademisyenler olarak kalmayı mı düşünüyorsunuz?
Çoğu zaman fertlerin başarıları ülkelerini yüceltir. O fertlerin başarıları ile bizler o ülkeyi takdir ederiz. Louise Pasteur ile Fransa’yı daha iyi tanır, Robert Koch ile Almaya’yı merak eder, Christian Bernard ile Güney Afrika’nın yerini haritada belleriz. Maalesef çok zaman oldu ki –Dr. Hulusi Behçet merhumdan bu yana- ülkemizin ve ülkemiz insanının gurur duyacağı bilim adamları çıkaramadık sağlık alanında.
Demem o ki; bizim sınırları zorlayıp başarılarımızla ülkemize üstün statü kazandırmamız gerekirken, ülkemiz bizim –sağlık ve bilimsel alandaki- başarılarımızın önüne geçti. Bundan sonra biz bilim adamları ve sağlık erbabına düşen, sanat, spor, ticaret, mühendislik ve siyaset alanındaki başarıları ile uluslararası başarılar elde edip ülkemize sınıf atlatıp, üstün bir imaj sağlayan vatandaşlarımız gibi uluslararası çapta işler yapmak. Tabii bu, performans, döner (bu bildiğiniz et ve tavuk dönerinden farklı bir şey oluyor, malum), ek katkı gibi akçalı işleri birinci öncelikten çıkarmayı ve bilimsel çalışmalarda sadece yayın sayısını artırmayı değil “sadra şifa” bir şeyler bulmayı amaçlamayı gerektiriyor. Unutmamak gerek fiiller niyetlere göredir. Bilimde ve özellikle de tıpta kim neye niyet ederse ona ulaşır. Para isteyen paraya, şöhret isteyen şöhrete, -manen- ölümsüzlük isteyen de ona…