Birkaç gün önce yanıma son sınıf öğrencilerimden biri uğradı. Benimle bazı konuları konuşmak istiyordu. Daha doğrusu, aklındaki soru işaretlerinin cevap bulması için çaba gösteriyordu. Kaygıları vardı, ikilemler yaşıyordu. Daha önce de benzer ruh yapısı içindeki son sınıf öğrencilerimle konuşmalar yapmış, kendi deneyimlerimi onlara aktarmak fırsatı bulmuştum. Tüm karşılıklı konuşmalardan ben de çok şey öğrenmiş, bazı yanlışlarımı düzeltebilmiştim. Geçmişte farklı öğrencilerle yaptığımız konuşmalar, sonuçta heyecan ve umut taşıyordu. Ben de heyecanlıydım, onlar da. Eğitimlerine bir şekilde katkıda bulunduğum bu gençlerin yaşama atılmalarından hem gurur hem de heyecan duyuyordum. Onlar da heyecanlıydı, çünkü yeni bir yaşam onları bekliyordu, mesleklerini nasıl icra edeceklerdi, ilk kez para kazanacaklardı, toplum içinde saygın bir statüye geçeceklerdi…
Bu kez gelen öğrencimle karşılıklı konuşmamız daha farklı bir ruh durumunda gerçekleşti. İlk kez bir son sınıf öğrencisinde heyecansız bir durgunluk gözledim. Öğrencinin, ne birkaç ay sonra kazanacağı para, ne yapacağı hekimlik uygulamaları, ne gireceği TUS sınavı, ne de kazanacağı saygın toplumsal statü umurundaydı. Üstelik bana yöneltilen sorular da değişmişti. Kendisini nelerin beklediğini, hangi uzmanlık dalını tavsiye edebileceğimi, yaşamına yeni bir yön verirken TUS sınavına hazırlanma ve pratisyen hekimlik yapma ikileminden ne yolla sıyrılması gerektiğini sormuyordu bana. Yurt dışında hekimlik diplomasını nasıl kullanabileceğini, yani uluslararası akreditasyon sınavlarını soruyordu.
Öğrencimi fakülteye kayıt yaptırdığından beri tanıyordum. Son derece zeki, sosyal, arkadaşları ile uyum sorunu yaşamayan, birden fazla müzik enstrümanı çalabilen, önemli gün ve gecelerin aranılan ismi, güler yüzlü, sakin, iyi yetiştirilmiş bir gençti. Bu ülkenin ihtiyacı olan sağlıklı düşünebilen, aydın ve aydınlık bir hekim adayı. Nasıl oluyordu da böylesine durgun ve heyecansız bir dönem yaşıyordu? Konuşmamızın yavanlığı nereden geliyordu?
Fark ettiğim gerçek beni korkuttu: Hekim adayı umutsuzdu. Konuşmanın tekdüzeliği kaygıdan değil, umutsuzluktandı. Geleceğe ait beklentileri azalmıştı. Birkaç ay sonra alacağı unvanın kendisine sağlayacağı yararlardan beklentisi kalmamıştı. Aklında “sözleşmeli hekimlik”, “hekimliğin bitmesi”, “bunca emek ve gayretin heba olması” gibi çok karanlık kalıplar vardı. Türkiye’den umudunu kesmişti, yabancı diline güvendiğinden yurt dışında hekimlik yapmanın yollarını araştırıyordu.
Belirsizlikler kadar kaygı verici, umut törpüleyici başka bir şey yoktur. Öğrencim kendisini bekleyen belirsizliklerin giderek karardığını düşünüyordu. Geleceğine güvenle bakamıyordu. Sıkıntıdaydı, bunalımdaydı, dahası, emeklerinin boşa gittiğini düşünüyordu. Bu kadar umutsuz bir mesleğe atılış ile ilk kez karşılaşıyordum. Ne yapacağımı, öğrencimin yıkılan gelecek hayallerini nasıl yeniden ayağa kaldıracağımı bilemiyordum. Benim de gelecekle ilgili umutlu önsezilerim yoktu. Sözleşmeli hekimlikle ilgili pozitif tek bir duyum almamıştım. Hekimlerin giderek statü kaybettiklerinin ayırtındaydım. Mesleğimizin saygınlığı düşürülüyordu. Çok zor kazanılan ve çok zor tamamlanan bir fakülte eğitiminin sonunda beklenenin para değil saygı olduğu giderek unutturuluyor, her hekimin para canlısı, hatta paradan başka hiçbir şey düşünmeyen insanlar olduğu fikri giderek yaygınlaşıyordu. Sonuçta söyleyecek sözüm azdı. Kem küm ettim, biraz bu mesleğin insan oldukça yaşayacağından ve saygın bir yeri olacağından söz ettim, aynı ruhsuz havada konuşmamız sona erdi.
“Biz bunları hiç, ama hiç hak etmedik” diye düşünmekten kendimi alamadım.