Üniversitelerde, tıp fakültelerinde akademisyenlerin ana görevi, araştırma yapmaktır. Yapılan araştırmalar, artık günümüzde belli kurallara göre yapılıyor. Öncelikle bir çalışmaya başlamadan, etik kurul onayı gerekiyor. Prospektif ya da retrospektif olsun, ister ilaç, ister cerrahi uygulama, hatta hayvan deneylerinde bile hayvan etik kurulundan onay gerekiyor. Sonuçta ortaya çıkan veriler, istatistik incelemeden geçirilip yazıya dökülüyor. Ulusal veya uluslar arası bir dergiye gönderilip uygun bulunursa yayınlanıyor.
Aslında, bilim dünyamız 80’li yıllardan itibaren araştırma ve yayın olayını öğrendi. Yıllık makale sayılarımız giderek artıyor. Ancak bu araştırmaların getirisi, çoğunlukla dosyada sayıyı kabartmak ve girilecek olan sınavlar için oluyor. Aslında bu kez, sizlerle konunun başka yönlerini paylaşmak istiyorum.
Ben, her hangi bir makaleyi okuduktan sonra makaleyi yazanlara hep şu meşhur ‘eee?’ sorusunu sorarım. Yani bu araştırma, makale bizim bilimsel görüşlerimize ne gibi katkıda bulunacak, tanı ve tedavide neleri değiştirecek? Genelde, maalesef bu basit soruya cevap alınamıyor. Yapılan çalışmaların çoğunluğu, önceden onlarcası yapılmış olan, tavşanın suyunun suyu misali çalışmalar. Ben de yazdım. Biz de bulduk gibisinden.
Ülkemizde, olması gereken ‘patent çalışmaları’ yok denecek kadar az. Endüstri ile işbirliği % 1-2’nin üzerine çıkamamış. Ne endüstri bizlerden –‘gelin şu araştırmayı yapalım, başından sonuna ben finanse edeyim. Sonunda olumlu sonuçlar elde edersek, patent alıp seri imalata geçeriz, hem firmamız kazanır hem sizler kazanırsınız – diyor. Ne de bilim dünyasından sanayicilere öneri götüren var. Herkes kendi mecrasında aheste kürek yol alıyor.
Sanayicimiz hala taklit ürün yapma peşinde. Fason imalatçılar çoktan kepenklerini kapattılar. Yenilik yok, yenilikleri arayıp koklayan yok. Fabrikalar birer ikişer kapanıyor. İşçiler ve aileleri kapı önlerinde bir ekmek bir iş bulabilmek için kıvranıyor. Devleti yönetenlerde ne bir kıpırdanma, ne bir teşvik. İlaç endüstrisi, çoğu fabrikalarını kapatmış, ya da yabancılara satılmış, bazıları ithalatçılığa soyunmuş. Tıbbi cihazlar, en kalitelisinden en adisine kadar yurt dışından, Amerika, Avrupa, hatta Çin’den gelir olmuş.
Gelişmiş ülkelerde, üniversite bilim adamları ve sanayiciler, nasıl etsek te patent alsak bunu rant haline dönüştürsek, ihracat yapsak, ülkemize gelir temin etsek, katma değer ve istihdam yaratsak kaygısında, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor. Bizlerse hala ipe sapa yaramaz çalışmalarla avunmaya devam ediyoruz. Toplasan hepsi el parası ile beş para etmez elli hatta yüz tane çalışma yapsan ne yazar. Vur birini ötekine bakalım ses getiriyor mu? Bakalım yabancı ya da bizimkilerden çalışmalarımızdan yararlanan var mı? Onlardan esinlenerek patent alan üretime dönüştüren var mı? Söyleyin dişimi kıracağım.
Üniversitelerde tek hedef doçent olmak, işe yarasın yaramasın, yaparsın yayınları, bir kere aldın mı ünvanı, bekle beş sene, ötesinde nasılsa profesör olunuyor. İster dışarı çık para kazan, ister içerde çalış, ister yan gel yat. İstersen büyük şehirlere kaç.
Hangi büyük şirketimizin, ciddi çalışan, sık sık imalata damgasını vuran Arge bölümü var. Kimsenin yapmayı düşünüp de yapamadığını hangi fabrikamız yapmış ta tüm dünyaya satmaya başlamış.
Hangi üniversitemizde araştırma laboratuarları gece gündüz çalışıp üretiyor. Kaç üniversitemizde, bilim yuvalarının ışıkları sabaha kadar yanıyor? ( bu arada bilim uğruna geyret gösteren, ter döken sayıları az da olsa gerçek bilim insanımızı tenzih ederim.)
İşin doğrusu, gelişmiş ülke bilim adamları, yöneticileri ve sanayicileri gibi düşünmedikçe, en az onlar kadar çalışmadıkça ve gayret göstermedikçe, hiç olmazsa kendi konularımızda, yarışı ön sıralarda sürdürmeye gayret etmedikçe, güzel ülkemizin ilerleyeceğini düşünmek ham hayal ve saflıktan öteye geçemez.