Son 5-6 yıldır siyasi iktidarla Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) arasındaki uyumsuzluktan dolayı, üniversiteler ve bilhassa tıp fakülteleri çok kan kaybetmiştir ve bu süreç hızlanarak devam etmektedir. Yetkililer bu gidişi ya görmemekte ya da “biraz burunları sürtülsün de görsünler bakalım” anlayışıyla duyarsız kalmaktadırlar. Hatta “tıp fakültelerinin gözden çıkarıldığı ve hekim yetiştirme işinin Sağlık Bakanlığınca üstlenileceği” dillendirilmektedir. Geçmişteki YÖK-Sağlık Bakanlığı, YÖK-Hükümet arasındaki anlamsız gerilim bahane edilerek, yaşanan tehlikeli süreç görmezden gelinirse ülkeye yazık olur.
Sağlık harcamalarının finansmanının neredeyse tümüyle Sosyal Güvenlik Kurumu(SGK)’nun sorumluluğuna verilmesiyle birlikte, üniversite hastaneleri ekonomik olarak çöküşe geçmiştir. Bugün üniversite hastanelerinin tümü, parasal döngüyü sağlayamaz haldedir. Gün geçtikçe, gelirler azalmakta, giderler ve borçlar artmaktadır. Birçok üniversite hastanesinin ilaç ve tıbbi malzeme satın alamadığından, ihalelerine teklif verilmediğinden söz edilmektedir. Tıp fakültesi çalışanları mutsuzdur. Hemşirelerimiz, döner sermaye gelirlerinin azlığından dolayı Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelere geçiş yapmak için sıraya girmişlerdir. Asistanlarımız, Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS)’nda tıp fakültelerini tercih ettiklerine pişman haldedirler. Çünkü, sağlık bakanlığına bağlı eğitim hastanelerinde uzmanlık yapan arkadaşlarına oranla, döner sermaye ve performans gelirleri ciddi olarak azdır. Profesör kadrosundaki 20 yıllık bir öğretim üyesi, yeni uzman olup Sağlık Bakanlığı hastanesinde işe başlamış ve hatta uzmanlık bile yapmayıp aile hekimi olarak atanmış bir pratisyen hekimin eline geçenin yarısı dolayında gelir elde etmektedir. Bu eksikliği gidermek ve meslek onuruna yakışır bir statüde yaşamak için özel muayene ve özel ameliyat yoluyla fazladan çalışıp, hizmet üreterek eksikliği telafi etme yoluna başvurmaktadır. Ama bu durumda da birilerinin acımasızca eleştirilerine muhatap olmaktadır. Kaldı ki, tıp fakültesi öğretim üyelerinin çoğunun, uzmanlık alanı gereği böyle bir potansiyeli de yoktur.
Gelir kaybının ne ölçüde ciddi olduğunu yansıtması bakımından, birkaç örnek vermekte yarar var: 2002 yılında 120 TL olan manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ücreti, bugün SGK tarafından 72 TL olarak ödenmektedir. 2004 yılında 20 TL olan kan sayımı, bugün 1,5 TL’dir. SGK’nın fiyat politikası o kadar irrasyoneldir ki esprilere konu olmaktadır. Mesela “bir kente gezmeye gittiğinizde otel yerine hastanede gecelemeniz” önerilmektedir. Çünkü bugün, hiçbir otelden üç öğün yemek dahil 15 TL’ye gecelik konaklama hizmeti alamazsınız. Ama hastaneler, bunu yapmaya zorlanmaktadır. Daha ilginci, “çişiniz geldiğinde umumi tuvaletlere gidip ücret ödeyeceğinize, bir hastaneye gidin, aynı ücretle hem tuvaleti kullanır hem de idrar tahlilinizi de yaptırmış olursunuz” denilmektedir. Örneğin SGK, hastaların ilaç bedellerini, üzeri fiyatının %11 iskontosuyla hastanemize ödemektedir. Oysa biz, bu ilaçları çoğu zaman %11 indirimle temin edemiyoruz. Dolayısıyla ilacı aldığımızdan daha ucuza fatura etmeye zorlanıyoruz. Yani hastayı tedavi ettiğimiz için cezalandırılıyoruz. Tıp fakültelerinin son yıllarda kabul ettikleri, yatırdıkları ve ameliyat ettikleri hasta sayıları ve ürettikleri hizmet neredeyse iki kat artmış olmasına karşın, gelirleri ciddi olarak erozyona uğramıştır.
Tıp fakültelerine yapılan haksızlık sadece fiyat politikasıyla da sınırlı değildir. Devlet, üniversite hastanelerine adeta “üvey evlat” muamelesi yapmaktadır. Bugün Sağlık Bakanlığı hastanelerinin yapı, inşaat, bakım ve onarım maliyetleri genel bütçeden karşılanırken; üniversite hastanelerine, bu konuda genel bütçeden kaynak kullandırılmamakta ve tamamen kendi döner sermayelerine havale edilmektedir. Tıbbi cihaz alımları da aynı durumdadır. Sağlık Bakanlığı kendi hastanelerine genel bütçeden cihaz ve hatta ilaç temin ederek dağıtmakta, üniversite hastaneleri ise bu ihtiyaçlarını da döner sermayelerinden karşılamaktadır. Sağlık Bakanlığı hastanelerinde istihdam edilen 4-B sözleşmeli personel maaşları genel bütçeden ödenirken, tıp fakültelerinde bu maaşlar üniversitenin döner sermayesinden karşılanmaktadır. Ayrılan her üç memurun yerine ancak bir kadro verilmekte ve memur kadrolarımız giderek erimektedir. Eksilen elemanlar, ancak hizmet alımı yoluyla telafi edilebilmektedir. Üniversiteler, döner sermayelerinden de olsa doğrudan işçi çalıştıramamaktadır. Bundan dolayı, kamudan özel sektöre ciddi kaynaklar aktarılmaktadır. Hastaneler, özel sektör için rant alanları haline gelmiş ve özel sektör elemanlarıyla dolmuş haldedir. Bazı bölümlerde malzemeleri üzerine zimmet edecek devlet memuru bulmak müşkülleşmiştir. Eczanesinde eczacısı; psikiyatride psikoloğu; yoğun bakımda fizyoterapisti olmadan hastane çalıştırmak zorunda bırakılmamızın hesabını da sorumlular vermelidir.
Üniversite hastanelerinin elektriği, suyu, ısıtması, telefonu, yemeği, temizliği, güvenliği, personelin nöbet ücretleri döner sermayeden karşılanmaktadır. Sağlık Bakanlığı hastanelerinde performans ödemeleri devam ederken, tıp fakültelerinin performans ödemelerini Sayıştay sorguya almaktadır. Sağlık Bakanlığı hastanelerinde personele ücretsiz yemek dağıtılırken; üniversite hastaneleri, personeline ücretsiz yemek verdiği için sorguya alınmaktadır. Devlet, Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerin kamu kurumlarına karşı birikmiş yüklü borçlarını, elektrik, su giderlerini affedip sıfırlarken ve hatta onlara borçlarını ödemeleri için bütçeden doğrudan paralar gönderirken; üniversite hastanelerine “Sen üvey evlatsın, başının çaresine bak” demektedir. Madem üniversite hastaneleri genel bütçeden dışlanıp, kendi yağlarıyla kavrulmaya zorlanıyor, o halde özel hastaneler gibi hastalardan fark ücreti almalarına izin verilmelidir. Veya üniversite hastanelerine genel bütçeden yeterli kaynak aktarılmalıdır. Ya da SGK üniversite hastaneleri için farklı ödeme planı uygulamalıdır. SGK ve Sağlık Bakanlığı, daha fazla gecikmeden üniversite hastanelerinin sorumlularıyla bir araya gelmeli, sorunlarını dinlemelidir.