Yaklaşık son bir yıldır, yoğun bir şekilde üniversite hastaneleri ile ilgili haber okumadığımız ya da izlemediğimiz gün hemen hemen yok gibidir. Bu haberlerden bazılarının başlıklarını, daha sonra açıklamaya çalışacağım iki hususa temel teşkil edeceği için buraya koymak istedim: “Rektörler üniversite hastaneleri için çözüm yolu arıyor” (Medimagazin, 02 Nisan 2010), “Üniversite hastaneleri çıkış yolu arıyor” (Medimagazin, 14 Şubat 2011), “Marmara bakanlıkta 22 fakülte sırada” (Milliyet, 05 Şubat 2011), “Üniversite hastaneleri nasıl kurtulur?” (Sağlıkta Gündem, 01.11.2010) ve “Profesör imalathaneleri” (Medimagazin, 31 Ocak 2011).
Konu başlıklarına bakarak üniversite hastanelerinde bazı şeylerin iyi gitmediğini ve bir bir yönetim zaafının bulunduğunu, keza üniversite öğretim üyelerinin yetiştirilmesinde de bazı sorunlar olduğunu görmek çok da zor olmasa gerektir.
Öncelikle üniversite hastanelerindeki çarpık düzene dikkat çekerek bu konuları ele almaya çalışacağım. Her şeyden önce Türkiye’de kişilerin uzmanlık alanlarına saygı göstererek, yani diplomalara değil de çalışma alanındaki başarıya bakarak işe başlamak gerektiğine inanıyorum. Bu demek istediğimin Türkçe’ye tercümesi şudur: Başarı kıstası aynı uzmanlık alanı içerisindeki değerlendirmeye göre ortaya konmalıdır. Çok başarılı bir uzman hekimin çok başarılı bir hastane yöneticisi olması sadece tesadüflere bağlıdır. Bu genelleme aslına bakarsanız rektör, dekan, genel müdür, müsteşar ve her yönetici için de yapılabilir, fakat şimdilik konumuzu sadece hastane ile sınırlamak istiyorum ve diğer hususları daha sonra ele alırım, diye düşünüyorum. Yapılması gereken, öncelikle üniversite hastanelerinde bir yönetimsizlik var mıdır, sorusuna cevap vermektir. Evet üniversite hastanelerinde bir yönetim zafiyeti var ve bu kesin olarak çözülmesi gereken bir sorundur. Öte yandan üniversite hastaneleri üçüncü basamak yataklı kurum olduğunu unutarak ticaret yapmaya ya da birinci basamak sağlık hizmeti vermeye heveslenmiştir ya da zorlanmışlardır.
Üniversite hastaneleri her şeyden önce bir ihtisas hastanesi hüviyetinde olduklarını unutarak nasıl birinci basamak hizmeti veririz, kaygısından ziyade mesleki yeterlilik endişelerini ön plana almaları gerekir. Üniversite hastanelerindeki bu tercih belki de devletin bir anlamda dayatması sonucu zaruri olarak verilmiştir, ama burasının “üniversite” olduğu unutulmamış olmalıydı. Çağdaş yönetici ve yönetim sistemi uygulandıktan sonra, ihtisas hastanesi olan üniversite hastanelerinin eksiği olursa ve orada emek veren hekimlerin hak ettikleri düzeyde eksikleri olursa onu da devletin tamamlaması gerekir. Yani üniversite hastaneleri “ne kuş ne deve” olma durumundan kurtulup çağdaş ülkelerde ne yapılıyorsa onları yapma zamanının geldiğini, hatta geçtiğinin idrakinde olmalıdırlar. Aksi takdirde, birileri gelir ve maalesef yönetimi elinizden alır.
Şimdi gelelim şu “profesör imalathaneleri” konusuna. Aslına bakarsanız sayın hocanın tespitlerine katılmamak hemen hemen olanaksız. Fakat bu yazıdaki eksik olan kısım “dibace” kısmıdır; yani, öğretim üyesi yetiştirmedeki giderek çarpıklaşan uygulamalardır. Hatırlanacağı üzere YÖK yasası ile birlikte uygulamaya konulan yardımcı doçentlik müessesesi olayın sulandırılması açısından önemli bir role sahip olmuştur. Genellikle gelişmiş üniversitelerde pek rağbet görmeyen yardımcı doçentlik kadroları gelişmekte olan üniversitelerde adeta “can simidi” niteliğinde bir kadrolaşma aracına dönüşmüştür. Hangi rektör görevde ise bol bol yardımcı doçent ataması yaparak gelecek seçimini garanti altına almaya çalışmaktadır. Bu kurumdaki liyakat konusuna ise en iyisi hiç değinmeyelim.
Diğer bir konu, yine YÖK yasasına göre dışarıdan doçent olmak imkânı vardır ve en çok da klinik tıp dallarında Bakanlık hastanelerinde pek çok doçent unvanlı hekim çalışmaktadır. Bunların haksız yere doçent olduklarını düşünmek bana göre yanlış bir yaklaşımdır. Onlar da eşit şartlarda sınava girerek doçent unvanını almaktadırlar. O zaman yapılacak şey, üniversite kadrosunda olmayan kişilerin doçent ya da profesör olmalarının yolu yasa ile tıkanmalıdır ve bu unvanların ancak üniversitelerde çalışıldığı zaman kullanılabileceğine ilişkin bir düzenlemenin yapılmasıdır. Bana göre, Türkiye’deki üniversitelerin düzlüğe çıkmasındaki önemli bir husus da çok sayıda profesör yerine, bazı ülkelerde olduğu gibi (örneğin; İngiltere) profesör sayısına bilim dalı bazında sınırlama getirilmesidir. Yani devletin pek çok kurumunda kullanılmakta olan “norm kadro” uygulamasının üniversite öğretim üyeleri için de uygulanmasıdır. Aslında bir ara bu yapılmaya çalışıldı, ama arkasında durulamadı. Özel üniversitelerde de buna benzer bir kadro tasarrufu halen uygulanmakta ve bazıları devlet üniversitelerini de sollamış durumdalar.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.